Bu Blogda Ara

27 Haziran 2010 Pazar

MESNEVİ 3.CİLT 2.KISIM

2440. Davud’a yüz tutup “ Ey seçilmiş Peygamber, ey bize şefkatli zat,
Bu sana yakışmaz, çünkü apaçık bir zulüm bu. Bir suçsuzu, hiçbir kabahati yokken kahrettin” dediler.
Davud Aleyhisselâm’ın, bu gizli şeyi meydana çıkarıp apaşikâr
göstermek ve getirilen delilleri çürütmek üzere halkı ovaya çağırması
Davut dedi ki: “ Dostlar, gayri o gizli şeyin meydana çıkması zamanı geldi.
Hepiniz kalkın da şehirden dışarıya çıkalım, o gizli sırrı öğrenelim.
Filân ovada büyük bir ağaç vardır, dalları gürdür, çoktur, birbirleriyle birleşmişlerdir.
2445. Kol budak salıvermiş, geniş bir yeri kaplamıştır, kökü de yere yayılmıştır. İşte o ağacın kökünden bana
kan kokusu geliyor.
O güzel ağacın kökünde kan var. Bu kötü talihli herif, onun altında efendisnii öldürmüştür.
Allah’nın hilmi, bunu şimdiye kadar örttü. Fakat bu kaltaban, buna hiç şükretmedi.
Efendisinin çoluğuna, çocuğuna ne nevruzlarda bir şey verdi, ne bayramlarda,
O yoksulların, o muhtaç biçarelerin hallerini, hatırlarını bir lokmayla olsun arayıp sormadı, eski hakları aklına
bile getirmedi.
2450. Bu melûn herif şimdi de bir öküz için onun oğlunu yere vuruyor.
Günahının perdesini kendi kaldırıyor, yoksa Allah, suçunu örtüyordu.
Bu kötü zamanede kâfir olsun, fasik olsun… herkes, kendi perdesini kendi yırtar.
Zulüm, can sırları arasında gizli kalır, fakat onu halkın önüne koyan zalimdir.
Hele bakın, benim boynuzlarım var, şu âlemde cehennem öküzünü bir görün diye kendisini kendisi
gösterir!”
Zâlimin eliyle ayağının dünyada da zâlimin sırrına şahadet etmesi
2455. Elin, ayağın, içinde sakladığın şeye bu âlemde de şahadet eder.
İtikat ettiğin şeyleri söyle, gizleme diye gönlündeki şey, başına dikilir.
Hele kızdığın, söylenmeye başladığın zaman yok mu… gizlendiğin şeyleri kıldan kıla meydana çıkarır.
Zulümde cefa, bu âlemde senin başına dikiliyor, bu iş için tâyin edilmiş bir memur kesiliyor da hadi, ey el,
ey ayak, yaptıklarını söyle, beni meydana çıkar diyor ya…
İçinde gizlediğin şey, sırrının gemini ele alıyor, hele kızıp coştuğun zaman onu istediği gibi sürüp götürüyor
ya…
2460. Demek ki gizlediği şeyi ta ovalara çıkarsın da bayrak gibi diksin, el âleme göstersin diye Allah,
zulmeden kötülükte bulunan kişinin başına bu memuru dikiyor.
Bunu yapan Allah, mahşer gününde de sırrını meydana çıkarmak için başka memurlar yaratmaya kadirdir.
Zaten ey zulümde, kinde elden ele geçmiş, herkesçe ne olduğu bilinmiş, anlaşılmış adam, senin için, dışın
meydanda… elinin, ayağının şahadetine ne ihtiyaç var?
Kötülüğünü, ziyankârlığını etrafa yaymaya hacet yok.Senin ateşten ibaret olan içini herkes biliyor.
Nefsinden, her an, beni görün, ben cehennemliğim diye yüzlerce kıvılcım sıçramada.
2465. Ben ateşin cüz’üyüm, işte aslıma gidiyorum. Nur değilim ki Allah’ya gideyim demekte.
Bu hak, hukuk tanımaz zalim gibi. Bir öküzceğiz için bunca hilelere giriğti.
Halbuki o, efendisinden yüzlerce öküz, yüzlerce deve almıştı. Babacığım, işte senin nefis dediğin de
budur.Tek hemen ondan kesile gör!
Bu zâlim, bir gün bile Allah’ya yüz tutup ağlamadı, inlemedi. Ağzından bir kerecik olsun aşkla, dertle
“Yarabbi” sözü çıkmadı.
“ Allah’ım, düşmanımı hoşnut et. Ben bir ziyankârlıkta bulundum ama sen onu kâra tebdil eyle.
2470. Yanlışlıkla bir adam öldürdüysem diyetini vermek, akrabama düşer. Elest gününden beri benim canıma
yakın olan sensin” demedi.
Ey hür can, sen ona tövbe etmesi, yargılanma dilemesi için inci verirsin de o sana taş bile vermez… işte
nefsin insafı!
Halkın o ağacın dibine gitmesi
Halk, şehirden çıkıp o ağca doğru gidince Davut, “Önce ellerini bağlayın şu zalimin de
Sonra suçunu meydana koyalım, adalet bayrağını ovaya dikelim” dedi.
Sonra dedi ki: Ey köpek, sen bu adamın atasını öldürdün. Sen o zatın kölesiydin, bu yüzden onun kanına
girdin.
2475. Efendini öldürüp malını, mülkünü zaptettin. Fakat Allah bunu meydana çıkardı.
Karın yok mu… onun cariyesiydi. Onunla birleştin de bu kötü işi yaptın.
Ondan erkek, dişi… ne doğduysa hepsine mirasçı bu adamdır.
Çünkü sen bir kölesin, çalışıp çabalarsın, eline geçen onundur. Şeriat mı aradın, al sana mükemmel bir
şeriat, hadi şimdi yürü bakalım!
Sen burada efendini zari zari ağlatarak öldürdün. Efendin sana burada, aman yapma, etme diyordu.
2480. Korkunç bir hayal gördün, korktun... acelenden bıçağı da adamcağızın başıyla beraber toprağa
gömdün.
İşte başı da şuracıkta gömülü, bıçak da. Haydi, kazın şurasını!
Bu köpeğin adı da bıçakta yazılıdır. Bu zalim, efendisine işte böyle bir hilede, böyle bir zulümde bulundu.”
Yeri kazdılar, bıçağı da bulup çıkardılar. Kesik başı da!
Halka bir velveledir düştü. Hepsi de zünnarlarını kestiler.
2485. Ondan sonra öküzü kesene “ Gel buraya hak sahibi, bu yüzü karadan hakkını al” dedi.
Davud Aleyhisselâm’ın bu delili gösterdikten sonra katilin kısas
edilmesini emretmesi
Aynı bıçakla o adamın da öldürülerek kısas edilmesini emretti. Ne hile yaparsa yapsın, Allah bilgisinden
kurtulabilir mi hiç?
Allah’nın hilmi, müdarada bulunur. Bulunur ama adam, haddi aşınca iş değişir, meydana çıkar.
Kan uyumaz. Gönüllere onu araştırmak, müşkülü halletmek merakı düşer.
Kıyamet gününün sahibi olan Allah’nın adaleti, şunun, bunun gönlünden zuhur eder durur.
2490. “ Filân ne oldu, hali nedir, kim öldürdü acaba?” diye topraktan ekin fışkırır gibi şunun, bunun
gönlünden meraklar fışkırır.
Gönüllerdeki bu meraklar, bu araştırmalar, bundan bahsetmeler, hep o kanın kaynamasıdır.
O adamın gizli sırrı meydana çıkınca Davud’un mucizesi halka yayıldı; bu mucize bir dereceyken halk
tarafından âdeta iki derece meşhur oldu.
Herkes baş açık gelip yerlere secde etmekte,.
“ Biz doğuştan körmüşüz, senden yüzlerce şaşılacak şey gördük.
2495. Taş, Talût’la beraber savaşa giderken sana söyledi, beni al dedi.
Sen elinde bir sapan, üç tane de taş olduğu halde geldin, yüz binlerce adamı birbirine kattın, kırdın,
geçirdin.
Taşların yüz binlerce parçaya ayrıldı, her parçası bir düşmanın kanını içti.
Demir, elinde mum gibi yumuşadı, onunla zırh yaptın, bu da âleme yayıldı, herkes bildi.
Dağlar sana şükredici risaleler oldu, seninle berber adam gibi Zebur okudular!
2500. Senin sözünle yüz binlerce kişinin can gözü açıldı, gayb âlemine hazırlandı.
Fakat onların hepsinden kuvvetli mucizen bu: Sen, insana hayat bağışlamaktasın, bu bağışlaman daimî,
Zaten bütün mucizelerin canı da bu… ölüye ebedî hayat bağışlamak!” demekteydi.
Zalim öldürüldü, bütün bir dünya dirildi. Halkın hepside yeni baştan Allah’ya kul oldu.
İnsanın nefsi, öküzü öldüren dâvacıya benzer, öldüren de akıldır.
Davud, Tantı, yahut Allah vekili olan şeyhtir. Zalim, onun yardımıyla
öldürülebilir. Çalışıp kazanamadan hesapsız rızık, onun himmetiyle elde
edilebilir… insan, onun sayesinde devlete erişir, zenginleşir
Nefsini öldür de âlemi dirilt. Nefis, efendisini öldürmüştür; sen, onu kendine kul, köle yap!
2505. Kendine gel, öküzü dâva eden senin nefsindir; kendisini efendi yerine koymuştur, ululuk taslamaktadır.
Öküzü öldüren de aklındır. Hadi, artık ten öküzünü öldüreni inkâr etme!
Akıl bir esirdir. Daima Hak’tan zahmetsizce bir rızık, tabak tabak nimetler ister.
Onun zahmetsizce rızıklanması neye bağlıdır? Kötülüğün aslı olan öküzün öldürülmesine.
Nefis, “ Benim öküzümü nasıl olurda öldürürsün?” der. Çünkü nefis öküz, ten suretidir.
2510. Velinimet zâde olan akıl, ihtiyaçlar içinde kalmış, kanlı katil nefis, efendi olmuş, öne geçmiş!
Zahmetsiz rızık nedir, bilir misin? Ruhların gıdası, peygamberlerin rızıkları.
Fakat bunu elde etmek, öküzü öldürmeye bağlıdır. Hazine öküzün içindedir ey hazine arayan, yerleri kazıp
duran!
Dün biraz bir şey yemiştim, onun için lâyıkıyla anlatamıyorum. Yoksa bunu tamamıyla anlatır, yuları
anlayışının eline teslim ederdim.
Ama dün bir şey yedim demem de masaldan ibaret… çünkü ne gelirse o gizli evden geliyor.
2515. Güzel gözlülerden işve, cilve öğrenmişsek neden gözümüzü sebeplere dikip duruyoruz.
Sebeplerin de başka sebepleri var. Sebebe bakma da asıl ona bak!
Peygamberler, sebepleri gidermek için geldiler. Mucizelerini ta Zuhal yıldızına ulaştırdılar.
Sebep ve vesilesiz denizi böldüler, ekmeksizin buğday yığınını buldular.
Çalışmaları yüzünden kum taneleri un olurdu. Keçinin yünlerini çektiler mi ellerinde ibrişim olurdu.
2520. Bütün Kur’an, sebebi gidermeye aittir. Zâhiren yoksul olan Peygamber’in yüceliğini, yine zâhiren yüce
olan Ebuleheb’in helâkini anlatır durur.
Ebabil kuşları iki üç taş attılar mı o koca Habeş ordusunu kırıp geçirirler.
Ta yukarılarda uçan kuşun attığı bir taş, fili delik deşik eder.
Öldürülmüş adama kesilmiş öküzün kuyruğuyla vur da hemen dirilsin, kefeniyle kalksın.
Kesilmiş boğazı, yerinden davransın, kanını dökenlerden kanını istesin denir.
2525. Bunlar ve bunlara benzer daha nice şeyler var… Kur’an, baştan sona sebepleri, illetleri nefyeder
vesselâm.
Fakat bunları anlamak, işi uzatıp duran aklın harcı değildir. Kulluk et de bunlar sana keşfolsun!
Felsefeye sarılan kişinin aklı, akılla anlaşılabilen şeylere bağlanmış kalmıştır. Fakat temiz ve pak kişi, aklın
aklının ( Akl-ı Küll’ün) tek binicisi oldu.
Aklının aklı içtir, senin aklınsa kabuk. Hayvan midesi daima kabuk arar.
İç arayan, kabuğu sevmez, ondan usanır, bıkar. İç temiz kişilere helâldir, temiz kişilere.
2530. Kabuktan ibaret olan akıl, bir işi yüzlerce delille ancak anlayabilir. Fakat Akl-ı Kül, doğru olduğunu
bilmediği yola adımını atar mı hiç?
Akıl, defterleri baştanbaşa karalar durur. Aklın aklıysa bütün âlemi ayla, doldurur, nurlandırır.
O, karadan da kurtulmuştur, aktan da. Onun ayının nuru, gönüle de yayılmıştır, sana da.
Cüz’i akıl bu karayla akı, yine kadirden,bir yıldız gibi parlayıp âlemi aydınlatan Kadir gecesinden elde
etmiştir.
Keseyle dağarcığın değeri altındadır. İçinde altın olmayan keseyle dağarcığın ne kıymeti var?
2535. Nitekim tenin değeri de canla, fakat canın değeri de cananın ışığıyladır.
Can, ışıksız diri olsaydı hiç kâfirlere “ Ölü” denir miydi?
Kendine gel, söyle, söyle ki söyleme kabiliyeti bizden sonraki zamanlarda aksın diye ırmak yolunu
kazmakta.
Her devirde söz söyleyen bulunur; bulunur ama geçmişlerin sözleri daha faydalıdır.
Ey şükreden kişi, Tevrat, İncil ve Zebur, Kur’an’ın doğruluğuna şahadet etmedi mi?
2540. Zahmetsiz ve sayıya gelmez bir rızık ara da Cebrail sana cennetten elma getirsin.
Hattâ bahçıvanın lâflarıyla başın ağrımadan ekmek zahmetine düşmeden cennetin sahibinden rızıklanasın.
Çünkü ekmekteki fayda ve lezzet, Allah ihsanıdır. Dilerse sana o faydalı kabuğu, yani ekmeği vasıta
etmeksizin de verir.
Ekmeğin sureti, ekmekteki faydaya, zevk ve lezzete bir sofradır. Fakat sofrasız ekmek yemek, velînin
harcıdır.
Can rızkını senin Davud’un olan şeyhin himmeti olmadıkça nasıl olur da çalışıp çabalamayla elde edebilirsin?
2545. Nefis şeyhle adım attığını, ona uyduğunu görürse zorla sana râm olur.
Öküz sahibi de Davud’un sözünü anlayınca râm oldu.
Şeyh sana dost oldu mu avda aklın, köpek nefse galip olur.
Nefis, yüzlerce hile, Hud’a sahibi bir ejderhadır. Fakat şeyhin yüzü, o ejderhanın gözüne karşı tutulan bir
zümrüttür.
Öküz sahibini zebun etmek istersen onu eşekler gibi bizle, o tarafa sür be hoyrat adam!
2550. Nefis, Allah velîsine, yaklaşırsa dili yüz arşın kısalır.
Onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lûgat, hilesi, riyası anlatılamaz ki!
Öküz nefsi dâva eden fasih sözler söyledi, yüz binlerce doğru olmayan delil getirdi.
Bütün şehri kandırdı, yalnız padişahı kandıramadı, o her şeyi bilen padişahın yolunu vuramadı!
Nefsin sağ elinde tespih ve Kur’an vardır ama yerinde de hançer ve kılıç gizlidir.
2555. Onun mushafına, onun riyasına kanma… kendini onunla sırdaş, haldaş yapma!
Seni aptes al diye havuzun kenarına getirir de havuza, suyun ta dibine atıverir!
Akıl, nuranî ve iyi bir hak ve hakikat arayıcısıyken neden zulmanî nefis ona galip oluyor.
Neden mi? Nefis, kendi evinde, kendi yurdunda… akılsa garip! Köpek bile kapısında korkunç bir aslan
kesilir!..
Hele sabret, aslanlar ormana gitsinler. Bu kör köpekler, o vakit onlara inanırlar.
2560. Şehirli, nefsin hilesini, tenin düzenini ne bilsin? O ancak kalbe gelen vahiyle kahredilebilir.
Kim onun cinsiyse ona dost olur. Ancak şeyhin olan Davut müstesna!
Çünkü o varlığını tebdil etmiştir. Allah, kimi gönül makamına vâsıl ederse o kişide ten cinsiyeti kalmaz.
Halk, umumiyetle bu cihan içinde illetlidir. İllet, şüphe yok ki illete dosttur.
Her aşağılık kişi Davutluk dâvasına kalkışır. Anlamayan kişiler de ona yapışır.
2565. Ahmak kuş, avcıdan kuş sesi duyar da o tarafa uçar gider.
Davut olmadığı halde Davutluk dâvasına kalkışan, kendi malı olan şeyle başkasından naklettiği şeyi ayırt
edemez, sapıktır o kişi. Kendine gel de mânevi bir adam bile olsa kaç ondan!
Onun yanında kurtulmuş kişiyle bağlı kişi birdir. Yakına eriştim diye iddia etse de şüphededir.
Böyle adam, halk yanında zekâdan ibaret bile olsa mademki kendisinde bu anlayış, bu ayırt ediş yok
ahmaktır!
Kendine gel, ondan ceylân, aslandan nasıl kaçarsa öyle kaç! Ey bilgili yiğit, sakın onun yanına koşma!
İsa Aleyhisselâm’ın ahmaklardan dağa kaçması
2570. Meryem oğlu İsa, sanki bir aslan kanını dökmek istiyormuş da ondan kaçıyormuş gibi bir dağa
kaçıyordu.
Birisi, ardından koşup dedi ki: “ Hayrola… peşinde kimse yok, neden böyle kuş gibi kaçıyorsun?”
İsa, öyle hızlı koşmaktaydı ki acelesinden cevap bile vermedi.
Adam, bir müddet İsa’nı peşinden koştu, ardını bırakmayıp bağırdı:
“ Allah rızası için bir an olsun dur. Neden kaçıyorsun. Merak ettim.
2575. Ardında ne aslan var, ne düşman… ne bir şeyden korkmana lüzum var, ne bir şeyden ürkmene sebep!
O tarafa doğru neden koşuyor, kimden kaçıyorsun a kerem sahibi?”
İsa dedi ki: “ Bir ahmaktan kaçıyorum. Yürü, benim yolumu kesme, kendimi kurtarayım!”
Adam dedi ki: “ Körün gözlerini, sağırın kulağına açan Mesih sen değil misin?
İsa “ Evet, benim” dedi. Adam “gayb afsunlarına me’va olan.
O afsunu ölüye okuyunca ölüyü, av bulmuş aslan gibi sıçrayıp dirilten padişah sen değil misin!” dedi.
2580. İsa “ Benim” dedi. Adam dedi ki: “ A güzel yüzlü, topraktan kuşlar yapan sen değil misin?!”
İsa. “ Evet benim” dedi. Adam “ Peki, öyleyse ey tertemiz ruh, dilediğini yaparken kimden korkuyorsun?
Âlemde bu kadar mucizelerin varken senin kullarından olmayan kim?”
İsa dedi ki: “Teni eşsiz örneksiz yaratan, canı ezelden halk eden Allah’nın tertemiz zatına ant olsun…
Onun pak zatiyle sıfatları hakkı için… felek bile yenini, yakasını yırtmış, ona âşık olmuştur.
2585. O afsunu, o İsm-i Âzam’ı köre okudum, gözleri açıldı; sağıra okudum, kulakları duydu.
Taş gibi dağa okudum, yarıldı göbeğine kadar hırkasını yırttı!
Ölüye okudum dirildi. Hiçbir şey olmayan, vücudu bulunmayan şeye okudum, meydana geldi,bir şey oldu!
Fakat ahmağın gönlüne yüz binlerce kere okudum, fayda vermedi.
Mermer bir kaya kesildi, ona tesir bile etmedi. Âdeta kuma döndü, ondan bir şey bitmesine imkân yok!”
2590. Adam, “ Allah adının köre, sağıra ölüye tesir edip de ahmağa tesir ermemesinin hikmeti ne?
Onlar da illet, bu da illet... neden onlara tesir ediyor da buna tesir etmiyor?” dedi.
İsa dedi ki. “ Ahmaklık, Allah kahrıdır. Hastalık, körlük, kahır değildir, bir iptilâdır.
İptilâ, acınacak bir illettir, ona kul da acır, Allah da…fakat ahmaklık, öyle bir illettir ki ahmağa da mazarrat
verir, onunla konuşana da!
Ahmağa vurulan dağ, Allah mührüdür. Ona bir çare bulmanın imkânı yok!”
2595. İsa nasıl kaçtıysa sen de ahmaktan kaç! Ahmakla sohbet, nice kanlar döktü!
Hava,suyu yavaş yavaş çeker, alır ya… ahmak da dininizi böyle çalar, böyle alır işte.
Kıçının altına taş koymuş adamın harareti nasıl gider, o adam nasıl soğuk alırsa ahmak da sizden harareti,
aşkı iştiyakı çalar, size soğukluk verir!
İsa’nın kaçışı korkudan değildi. O zaten emindi, fakat size öğretmek için kaçmıştı.
Zemheri rüzgârları, âlemi doldursa bile o parlayıp duran güneşe ne gam?
Sebâlılar’ın ahmaklığı, peygamberlerin nasihatlarının o ahmaklara
tesir etmemesi
2600. Hatırıma Sebalılar’ın hikâyesi geldi. Ahmaklık yüzünden seher yeli, onlara veba kesilmişti.
Sebâ, çocuklardan duyduğun masallardaki gibi pek büyük bir şehirdi.
Hani çocuklar masal söylerler ya… fakat masallarında nice sırlar, nice öğütler vardır.
Görünüşte saçma şeyler söylerler ama sen onları masal sanma sakın…bütün viranelerde define aramaya
koyul!
Sebâ şehri, pek büyük, pek azametli bir şehirdi… büyüklüğü bir tepsiden fazla değil!
2605. Pek ulu, pek geniş, pek uzun, pek kocamandı… bir soğan kadar!
On şehir halkı oraya toplanmıştı; fakat hepsi de yüzleri yıkanmamış üç kişiden ibaret!
Orada sayısız adam vardı ama hepsi yalnız ölmüş hayvan eti yiyen o üç ham adam!
Canana ulaşmayan, sevgiliye kavuşmaya çalışmayan can, binlerce bile olsa yarım tenden ibarettir.
Üç kişinin birisi pek uzakları görürdü, fakat gözü kör; Süleyman’ı görmezdi de karıncanın ayağını görürdü!
2610. Öbürü pek keskin işitirdi, fakat sağır! Âdeta bir defineydi. İçinde yarım arpa kadar bile altın yok!
Üçüncüsü çırılçıplak, edep yeri açık bir adamdı. Elbisesinin etekleri uzun!
Kör dedi ki: “ İşte bak, şuracıktan atlılar gelmekte. Onların hangi kavimden olduklarını ve kaç kişiden ibaret
bulunduklarını görüyorum.”
Sağır “ Evet, ben de seslerini duydum, gizli açık ne söylüyorlarsa işittim” dedi.
Çıplak “ Benim korkum da şundan: Gelirlerse elbisemin eteğini keserler!” dedi.
2615. Kör dedi ki: “ İşte bak, yaklaştılar. Hadi onlar gelip çatmadan, bizi yakalayıp dövmeden, bağlamadan
biz kaçalım.”
Sağır dedi ki: “ Hakikaten dostlar, gürültü gittikçe yaklaşıyor, haydin!
Çıplak, eyvahlar olsun, dedi… gelirlerse tamah ederler, elbisemi alırlar, ben hiç emin değilim!
Şehri bırakıp çıktılar, koşa koşa bir köye geldiler.
O köyde semiz bir kuş buldular. Kuş pek semizdi, vücudunda zerre kadar et yoktu, öyle arıktı ki!
2620. Ölmüş bir kuştu, kargaların gagalamasından kemikleri bile incelmiş, ipliğe dönmüştü.
Aslanların avlarını yemesi gibi o kuşu yediler… üçü de tok filler gibi semirip şiştiler.
Üçü de üç tane besili, semiz ve büyük file döndüler!
Üç genç de öyle semirdi, öyle şişmanladı ki şişmanlıktan âleme sığamaz oldular!
Bu kadar şişmanlıkta, bu koskocaman kelleyle, kulakla, bu iri yedi endamla beraber kapının çatlağından
süzülüp geçtiler!
2625. Ölüm de halka görünmez, ölümün yolu da gizlidir. Ölüm de göze gelmez… acayip bir çıkış yeridir.
İşte bak, kervanlar birbiri ardına ulanmış, o kapının gizli çatlağından geçip gitmede!
Fakat o çatlağı arasan göremezsen. Pek gizlidir ama ondan bunca kişileri geçirdiler, gelin evine güvey
götürür gibi götürdüler.
Uzaktakini bile gören köle, keskin kulaklı sağır, uzun elbiseli çıplak
Sağır, istektir, dilektir. Bizim ölümümüzü duydu da kendi ölümünü duymadı, kendi görünüşünü görmedi.
Kör de hırstır. Halkın ayıbını kıldan kıla görür. Taraf taraf söyler de,
2630. Kör gözü kendi ayıbını zerre kadar göremez, fakat gene de âlemin ayıbını arar!
Çıplak, elbisesinin eteğini kesecekler diye korkuyor ama çıplak adamın eteğimi olur ki kessinler!
Dünyaya kapılan da hem müflistir, hem de korkmakta. Halbuki hırsızlardan hiç de korkmaması lâzım.
Zaten dünyaya çıplak geldi, çıplak gidecek… böyle olduğu halde hırsızlardan korkusundan yüreği kan
olmakta!
Fakat hayattayken bunca feryad ü figan etti ağlayıp sızladıydı ya… ölürken kendiside bu korkusuna şaşar,
güler!
2635. O zaman zengin hiçbir pulu olmadığını… zeki, hiçbir hüneri bulunmadığını anlar.
Hayattaki bu korku, eteğine saksı kırıkları doldurup da kendisini mal sahibi sanan, onları kaybedeceğinden
korkan, onların üstüne titreyen çocuğun korkusuna benzer.
O saksı kırıklarından bir parçasını bile alsan ağlamaya başlar; geri verirsen de sevinir, gülmeye koyulur.
Bilgi elbisesini giymedikçe çocuğun ağlamasına da ehemmiyet verilmez, gülmesi de!
Ahmak da eğreti malı kendisinin sanır da onun üstüne titrer. Hay aşağılık adam hay!
2640. Uykuda kendisini mal sahibi görür, çuvalını hırsız çalacak diye korkar!
Fakat kulağı çekildi de uyandı mı kendi korkusuyla kendisi alay eder.
Bu cihanın aklına, bu âlemin bilgisine sahip olan âlimlerin korkusu da buna benzer.
Hünerlere, fenlere sahip olan bu akıllılara Allah Kur’an’ da “ Onlar bir şey bilmezler” dedi.
Her biri kendisinde bilgi var zannına kapılır da birisi çalacak diye korkuya düşer.
2645. Zamanımı alıyorlar der. Halbuki bir fayda, bir kâr elde eden kişinin zamanı zaten onda yok!
Halk beni işimden, gücümden alıkoydu der ama canı, ta boğazına kadar işsizliğe, güçsüzlüğe dalmıştır!
Çıplak adam elbisemi sürüyüp duruyorum; eteğimi, onların pençesinden nasıl kurtaracağım der!
Âlim de, bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilirde zalim herif, kendisini bilmez.
Her cevherin haysiyetini bilir de kendi cevherine gelince bir eşeğe döner!
2650. Be hey âlim, sen, ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları bilirim dersin ama kendin caiz misin, işe yarar
mısın, yoksa bir kocakarı mısın? Bundan haberin yok!
Bu, yerinde doğru… şu, yerinde değil, eğri… bunu biliyorsun ama sen doğru musun, eğri mi? Bir de iyice
bak!
Her kumaşın değeri nedir? Biliyorsun da kendi değerini bilmiyorsun. Bu ahmaklıktır.
Yomlu yıldızlarla yomsuz yıldızları biliyorsun… fakat sen yomlu musun, yoksa cemcenabet biri misin? Buna
bakmıyorsun bile?
Bütün bilgilerin ruhu budur bu… mahşer günü ben kimim, ne hale geleceğim; demen bunu bilmen gerek!
2655. Din usulünü bildin ama kendi aslın, kendi mayan iyiyse bir de ona bak, onu bil!
Seni için bu iki usulden kendi aslını bilmen daha iyidir ey ulu kişi!
Sebâlılar’ın şehirlerinin güzelliği ve onların buna şükretmemeleri
Sebâlılar’ın asılları kötüydü, mayaları pisti. Allah’ya ulaşma sebeplerinden kaçarlardı.
Allah, onlara bunca matah, bunca bağ, bunca bostan vermiş, sağlarından, solarından onlara zevk ve huzur
için bunca nimetler ihsan etmişti.
Ağaçlardan dökülen meyvelerin bolluğundan yol daralır, geçenler, geçemez olurlardı.
2660. Yerlere dökülen meyveler, yolu kapar, yolcu, nereden geçeyim diye şaşırır kalırdı.
Birisi, başına bir sepet alıp ağaçlıklardan geçse sepet silkmeden meyvelerle dolardı.
Meyveleri kimse silkmez, düşürmez, meyveler, rüzgârla düşer, nicelerin etekleri, meyvelerle dolar, boşalırdı.
Meyve hevenkleri, dallardan aşağılara kadar sarkar, gelip geçenlerin başlarına, yüzlerine sürtünürdü.
Külhan hizmetinde çalışan aşağılık bir adam bile o kadar zengindi ki altın kemer kuşanırdı.
2665. Köpek, ekmekleri ayağıyla çiğner, ezerdi… kurt, yiyecek bolluğundan imtilâ illetine tutulmuştu.
Şehir de hırsızdan kurttan emindi, köy de. Keçi bile, büyük büyük kurtlardan korkmaz olmuştu.
Onların günden güne artan nimetlerini, onların nail oldukları şeyleri anlatsam,
Mühim sözler geri kalır. Peygamberler, bunlara “ Doğru olun, doğruluk yapın!” demişti!
Sebâlılar’a nasihat için peygamber gelmesi, Peygamberlerden mucize
istemeleri
Oraya tam on üç peygamber gelmiş, sapıklara yol göstermiş istemişlerdi.
2670 . “Nimetleriniz çoğalıp durmakta, fakat şükür nerede? Şükrü merkebi yatıp uyusa bile siz onu uyandırın,
kaldırın!
Nimet verene şükretmek aklen de lâzım. Şükretmeyen, kendisine ebedî hışım kapısını açar.
Kendinize gelin de şu kereme bakın! Bir şükre bedel bu kadar nimeti kim verir?
Allah insana baş verir, şükür için de bir secde ister… ayak bağışlar şükür için bir oturma diler” dediler.
Sebâlılar dediler ki: “ Bizim şükretme kabiliyetimizi Şeytan aldı götürdü! Şükürden de usandık, nimetten de.
2675. Bu nimetlerden bize öyle usanç geldi ki ne ibadet hoşumuza gidiyor, ne kabahat!
Nimetleri de istemiyoruz, bahçeleri de… zevk sebeplerini de dilemiyoruz, safa vesilelerini de!
Peygamberler dediler ki: “ Gönülde bir illet yüzünden insan, doğruyu anlamaz, sapıtır.
O yüzden nimetler, umumiyetle illet olur. Hastalıkta yenen yemek insana hiç kuvvet verir mi?
Ey inatçı, önüne nice güzelim nimetler geldi de hepsi kötüleşti, sâf olanlar bile bulandı gitti!
2680. Bu güzelliklerin düşmanı sensin… neye elini vurdunsa kötü oldu.
Senin dostun; senin âşinan olan, sence hor, hakir sayıldı.
Sana yabancı olan, seninle uzlaştı. Sence o büyük ve yüce oldu.
Bu da o, hastalığın tesirinden… O illetin zehri bütün canlara sirayet eder.
O illeti derhal geçirmeye çalışmak gerek. O illet durdukça şeker bile zehir kesilir.
2685. Her güzel ve tatlı şey, insana kötü ve acı gelir. İnsan Âbıhayat içse ateş sanır.
O huy, ölüm kimyasıdır, dert kimyasıdır. Sen de o huy var mı? Nihayet hayatın bile o yüzden ölüm olur!
O huy, sendeyken gönlü dirilten gıda bile senin vücudunda kokar, leş kesilir.
Nâz- u naimle avlanan nice aziz kişiler vardır ki sana av olsalar sence bayağı görünürler.
Bir akıl, gararsız, maksatsız başka bir akılla bağdaşırsa sevgi, gün gittikçe artar.
2690. Fakat nefis, aşağılık bir nefisle tanışır, dost olursa şüphesiz olarak bil ki bu dostluk, zaman geçtikçe
azalır.
Çünkü nefsin daima bir illet, bir maksat etrafında döner, dolaşır… dostluğu, bilişiği de çabucacık bozar!
Yarın dostunun senden nefret etmesini istemiyorsan bir akıllıysa dost ol, akla yâr ol!
Nefis zehirleriyle hastalanmış, hastalığa tutulmuşsan eline ne alır, elini nereye atar, neye sahip olursan
hastalığa alet olur, onu da berbat edersin!
Eline mücevher alsan, taş olur, gönül sevgisine yapışsan savaş olur.
2695. Kimse tarafından söylenmemiş, kimse tarafından dokunulmamış bâkir ve lâtif ir nükte duysan anlayınca
sence zevksiz ve kötü bir hal alır.
Ben bunu çok duydum, dinledim… eskidi bu artık. Ey yiğit, sen, bundan başka bir şey söyle dersin.
Hattâ yepyeni ve söylenmemiş bir nükte duyduğunu farzet, yarın ona da doyar, ondan da nefret edersin.
Sen sendeki illeti gider… illet geçti mi, sence her eskimiş, söylenmiş söz, yeni olur.
O eski söz, yepyeni dallar, budaklar verir, yüzlerce meyve hevenkleri bitirir, yetiştirir!
2700. Biz böyle hekimleriz, öyle Allah şakirtleriyiz ki bahrimuhit bile bizi gördü de yarıldı.
Biz başkayız; insanın hastalığını, nabzına bakarak anlayan hekimler başka!
Biz gönüle vasıtasız bakarız, bizim görüşümüz, anlayışımız yüzünden pek yücedir.
Onlar, insanı gıdalarla, meyvelerle doyuran kuvvetlendiren doktorlardır… hayvanî can, onların tedavisiyle
kuvvet bulur, yaşar.
Bizse iş ve söz doktorlarıyız. Bize ululuk nurunun ışığı ilham vermektedir.
2705. Meselâ bu çeşit bir iş sana faydalıdır, öbürünün yolunu keser.
Bu çeşit bir söz sana faydalıdır, başka çeşit bir sözse seni yaralar!
O doktorlar, hastanın sidiğine bakar, hastalığını öyle anlar… bizim delilimizse ulu Allah’nın vahyidir, hastalığı
vahiyle anlarız.
Kimseden ücret istemeyiz, ücretimiz, noksanlardan ari olan Allah’dan gelir.
İlleti unulmaz hastalara sâlâ, ilâcımız, hastalara birebirdir.
Peygamberlerden mucize istemeleri
2710. Sebâlılar, “ Ey dâvaya girişenler, doktorluğu bildiğinize, bize fayda vereceğinize deliliniz nerede,
Siz de bizim gibi uyku uyumakta, siz de bizim gibi yemek yemektesiniz. Köylerde, şehirlerde bizim gibi
oturup duruyorsunuz.
Bu su, toprak tuzağındayken nasıl olur da gönül simurgunu avlayabilirsiniz?
Fakat mevki ve reislik sevdası, sizi peygamberlik dâvasına salmış, bu yüzden kendinizi peygamber
sanıyorsunuz.
Bu çeşit lâflara, bu çeşit yalanlara kulak bile asmak istemeyiz, ayran kâsesine düşmek dilemeyiz.” dediler.
2715. Peygamberler dediler ki: “ Bu da o illetten, körlüğünüzden, söylediğimiz sözlerin hakikatini
göremiyorsunuz.
Dâvamızı duyuruyorsunuz da elimizdeki mücevheri görmüyorsunuz.
Elimizdeki bu mücevher, halka bir imtihandır. Onu gözlerin önünde dolandırıp durmaktayız.
Kim, nerede mücevher? derse bu sözü, körlüğüne, mücevherleri görmediğine şahittir.
Güneş söze gelse de “ Kalk, gündüz oldu, yatıp durma.”
2720. Dese, sen de, “ A güneş, şahidin nerede?” desen güneş “Kör herif, Allah’dan kendine göz iste!
Apaydın gündüz vakti birisi mum arasa onun bu araması körlüğüne tam bir delildir.
Bari görmüyorsan, gündüz olduğundan şüphen varsa, daha sabah olmadı sanıyorsan,
Sus, bir şey söyleme de kör olduğunu meydana vurma, Allah ihsanını bekle!” der.
Gündüzün “ Gündüz nerede” demek kendi kendini rezil etmektir a gündüz arayan!
2725. Sabır ve sükût, Allah rahmetine sebep olur. Bu araştırmaysa hastalık nişanesidir.
“ Susun, dinleyin” emrini canla, başla kabul et de sevgilinin mükâfatına eriş, rahmetine nail ol.
Ey terbiyeli, edepli kişi, illetinin yeniden tazelenmesini istemiyorsan bu doktorun önünde paranı da çıkar,
yere koy; başını da secdeye indir.
Fazla sözü sat da can, mevki ve para pul bağışlamayı satın al.
Bu suretle de Allah seni övsün, rütbene gök bile haset etsin.
2730. Doktorların rızasını elde ederseniz kendinizi görür, halinizi bilir, ayıplarınızı anlar, kendi kendinizden
utanırsınız.
Bu körlüğü defetmek halkın elinde değildir; bu, doktorlara Allah tarafından lûtfedilmiş bir hidayettir.
Bu doktorlara candan kul olun da miskle, amberle dolun!”
Halkın peygamberleri itham etmesi
Onlarsa, bunların hepsi riyadan, hileden ibaret dediler; nasıl olur da Allah falanı, filanı kendisine vekil eder?
Padişah elçisinin padişah cinsinden olması lâzım. Suyla toprak nerede, gökleri yaratan nerede,
2735. Kafamızda eşek beyni mi var ki sizin gibi bir sineği hüma kuşuyla bir tutalım?
Hüma nerede, sinek nerede? Toprak nerede, Allah nerede? Gökteki güneşle zerrenin ne münasebeti var?
Bu münasebet, bu alâka, hiç akıllı adamın kabul edeceği şey mi?
Tavşanların, “ Ben ayın elçisiyim; ay, bu çeşmeden vazgeç diyor”
demesi için bir tavşanı elçi olarak file göndermeleri – bu hikâyenin
tamamı Kelile kitabında vardır -
Bu, bir tavşanın “ Ben ayın elçisiyim, onunla eşim” demesine benzer.
Bütün av hayvanları, fil sürüsünün yüzünden suyu güzel kaynağa gidemez olmuşlardı.
2740. Hepsi de korkularından oraya yanaşamıyorlardı. Güçleri, kuvvetleri yoktu, bir düzen düzdüler.
Bir ihtiyar tavşan, ayın ilk gecesi dağın tepesine çıkıp bağırdı:
Ey fil padişahı, ayın on dördüncü gecesi gel de kaynağa bak, sözümün doğruluğunu gör!
Ben elçiyim, elçiye zeval yok… ona ne kızılır, sövülür, ne hapse atılır.
Ay diyor ki : “ Filler, buradan gidin, kaynak bizimdir, dağılın buradan!
2745. Yoksa sizin gözünüzü kör ederim. Ben, onun sözünü söyledim, boynumdan vebali attım.
Bu kaynağı bırakıp gidin de ayın kılıncından emin olun.
Sözümün doğruluğuna nişan de şu: Filler, su içmek için kaynağa geldiler mi ay harekete gelir.
Fil padişahı, filân gece gel de kaynakta bu dediğimi gör!
Ayın yedisi, sekizi olunca fil padişahı su içmek için kaynağa geldi.
2750. O gece vakti hortumunu suya salınca su harekete geldi, ay da hareket etti.
Fil, suyun içinde ayın titrediğini, harekete geldiğini görünce tavşanın sözüne inandı.
Fakat “ Filler, biz o ahmak fillerden değiliz ki ayın hareketi bizi korkutsun” dedi.
Peygamberlerse “ Ah akılsız adamlar ah, size canla, başla verdiğimiz nasihatler, sizin bağınızı
kuvvetlendirdi. Vah yazıklar olsun vah!” dediler.
Onların kınamasına Peygamberlerin cevap vermeleri ve misal
getirmeleri
Ne yazık… derdinize verilen ilâç, can alıca kahır zehir kesildi.
2755. Bir göze Allah, hışım perdesini salınca mum bile aydınlatmaz, karanlığını çoğaltır.
Sizden ne reisliği arayacak, ne gibi bir ululuk isteyeceğiz? Bizim ululuğumuz göklerden bile üstün!
İncilerle dolu olan deniz, gemiden ne şeref bulabilir? Hele o gemi, fışkıyla dolu olursa!
Yazıklar olsun ki o bozarmış kör göze güneş bile bir zerre göründü.
İblis’in gözü, eşsiz, örneksiz Âdem’i topraktan başka bir şey görmedi.
2760. O iblis’e lâyık göz, yurdu olan yerden baktı, kendisine lâyık görüşle gördü de sahibine Âdem’in baharını
kış gösterdi.
Nice devletler vardır ki bazan devletsiz kişiye isabet eder de mal olmaz, geri döner!
Nice sevgili vardır ki bir bahtsızın yanına gelir de o, sevgiliyi tanımaz, onunla aşk oyununu oynamaya
girişmez.
Gözü yanıltan da bizim ezelî nasipsizliğimiz. Kalbi çeviren de kötü kaza ve kader!
Taştan yontulup yapılan put, size kıble olduğundan lânetin, körlüğün gölgesine sığındınız, orada yurt
edindiniz.
2765. Zannınızca taştan yapılma putlarınız Allah’ya eş oluyor da akılaı can nasıl Allah sırrına sahip olmuyor?
Demek ki bir ölü sinek Allah’ya eş oluyor sizce… peki, o halde diri olan insan neden o padişahlar padişahına
sırdaş olmasın?
Yoksa ölü sineğe benzeyen put, sizin tarafınızdan yapıldığı için mi Allah’ya eş olmaya lâyık? Diri insan, Allah
mahlûku olduğundan mı Allah sırrın mahrem olamıyor?
Siz, kendinize, kendi sanatınıza âşıksınız. Yılanların kuyruklarına lâyık olan elbette yılan başıdır.
Ne o kuyrukta bir devlet, bir nimet vardır, ne o başta bir rahat, bir lezzet!
2770. Yılanın kuyruğu, başının etrafında dönüp dolaşır, kıvrılıp düzelir. Kuyruk ve baş… o iki dost birbirine tam
lâyıktır, tam münasiptir!
İlâhi nâmeyi bir güzelce dinlesen görürsün; Hâkim-i Gaznevî öyle der:
Takdirin hükmüne itiraz edip de boş boğazlıkta bulunma. Tavşana tavşan kulağı münasiptir.
Uzuvlarla bedenler tam uygundur… huylarla canlar, tam birbirine denktir.
Ruha münasip olan her vasfı, şüphe yok ki tam yerli yerinde, tam uygun olarak halk eden Allah’dır.
2775. Allah, madem ki huyu, cana uygun ve eş olarak yarattı, o halde onu gözle kaş gibi yerinde ve birbirine
münasip bil!
Güzeldeki huylar da uygun ve yerinde, çirkindeki huylar da. Allah’nın yazdığı harfler birbirine tam münasip!
Ey Hasancık, yazı yazanın elindeki kalem gibi gözle gönül de Allah’nın iki parmağı arasında!
Gönül kalemi, lûtuf ve kahır parmakları arasında gâh sıkıntıya düşer, gâh feraha çıkar.
Ey kalem, ululuğa lâyıksan kimin parmakları arasındasın, bak da gör!
2780. Senin bütün kastin, bütün hareketin bu parmaklardan meydana geliyor. Başın, dört yol ağzında; kahrın,
lûtfun, doğru yolla sapıklığın birleştiği yeridir.
Bu halden hale giriş harflerin, onun yazıp bozmasından meydana gelmekte… bir işe niyetin, yahut bir
şeyden vazgeçmen de onun iradesiyle, onun takdiriyle!
Niyazdan, yalvarıp yakarmadan başka yol yok… bu değişmeyi, bu halden hale girmeyi her kalem bilmez.
Bilsen bile kendi miktarınca, kendi haddince bilir… iyi de kendi kadrini izhar eder, kötüde de!
Sebâlılar, tavşanla fil hikâyesini misal getirmeye kalkıştılar ama ezelî sırrı hilelerle karıştırmaya yeltendiler.
Herkes, misâl getiremez, hele bu misâl, Allah işine ait olursa
2785. Bu misalleri düzüp koşmak, o tertemiz tapıya affetmeye kalkışmak sizin haddiniz mi,
Misal getirmek, Allah’nın, bir de onun gizli ve aşikâr bilgisine bir delil olan kişinin hakkıdır.
Sen herhangi bir şeyin sırrını ne bilirin? Kafan kel iken saça, yüze ait nasıl misal getirebilirsin?
Musa bile sopayı, alelâde bir sopa gördü ama değildi ki… o, bir ejderhaydı; sırrı, dudağını açtı da hakikatini
söyledi.
Öyle bir padişah bile bir sopanın sırrını bilemezse sen, bu tuzakla tanelerin sırrını ne bileceksin?
2790. Musa’nın gözü bile misal hususunda yanılırsa bir fare nasıl olur da hakikate ulaşmaya yol bulur.
O misa,l bir ejderha kesilir de cevabıyla seni paramparça eder!
İblis de bu misali getirdi de kıyamete kadar melûn oldu.
Karun da inat etti, bu misali getirdi de tacıyla, tahtıyla yere geçti.
Sen bu getirdiğin misali kuzgun ve baykuş bil… onların yüzünden yüzlerce ev bark yıkıldı, yerle yeksan
oldu!
Nuh, gemi yaparken kavminin misaller getirerek alay etmesi
2795. Nuh ovada gemi yaparken yüzlerce kişi başına üşüşüp misal getirerek alaya kalkıştılar.
“ Kuyu bile bulunmayan bir ovada gemi yapıyor, bu ne bilgisiz aptal!” dediler.
Biri diyordu ki. “ Gemi, hadi yürü koş!” Öbürü diyordu ki: “ Bu gemiye bir de kanat tak!”
Nuh da “ Ben, bunu Allah emriyle yapıyorum, bu alaylarla işime kesat gelmez” demekteydi.
Bir hırsıza “ Gece yarısı bu duvar dibinde ne yapıyorsun?” demeleri,
hırsızın “ Davul çalıyorum demesi
Şu hikâyeyi dinle de bak! Hırsızlığa alışmış herifin biri bir gece bir duvarın dibini delmekteydi.
2800. Hasta ev sahibi, gece yarısı yavaş, yavaş bir tak taktır duydu.
Dama çıkıp aşağıya eğildi, hırsızı görüp “ Baba, ne yapıyorsun?
Hayırdır, inşallah… gece yarısı ne ediyorsun, kim sen” dedi. Hırsız “ Davulcuyum azizim”diye cevap verdi.
Adam “ Peki, burada ne yapıyorsun?” deyince hırsız “ Davul çalıyorum” dedi. Ev sahibi dedi ki: “ Be adam,
davul sesi hani?”
Hırsız “ Dur hele, sesini yarın duyarsın eyvahlar olsun! dediğin zaman kulağına dank eder!”
2805. Kelîle’ de ki o hikâye de yalan, saçma, düzme… fakat o saçma hikâyenin ne demek olduğunu, o
hikâyenin maksadının anlamadın ki!
Münkirlerin söyledikleri tavşanın aya elçilik ederek file haber
getirmesi hikâyesinin hakikatı
A herzevekil, o tavşanın hakikati Şeytan’dır. Senin nefsine elçi olarak geldi de,
Ahmak nefsini, Hızır’ın içtiği Âbıhayattan mahrum eti.
Sen onun mânasını ters anladın. Küfür söyledin, azabına hazırlan!
Arı duru suda ayın hareketini, bununla tavşanın filleri korkuttuğunu anlattın.
2810. Tavşan hikâyesini, fili, suyu, ayın hareketinden fillerin korkmasını söyledin.
Fakat ey ham körler, bu ay, halkı da, halkın ileri gelenlerini de zebun etmiş olan aya nasıl benzer ki?
Ay nerede, güneş nerede, gök nerede akıllar nerede, nefisler nerede, melek nerede?
Hattâ güneşin güneşi nerede? Nasıl söylerim bu sözü, uykuda mıyım, sayıklıyor muyum?
Ey yol sapıtmış kişiler, padişahların hışmı yüz binlerce şehri harap etmiştir.
2815. Dağlar bile, onların hışmından yarılır, yüzlerce parça olur… güneş biel, onların etrafında döner, onları
tavaf eder.
Erlerin hışmı, bulutu kurutur, gönüllerinin kızgınlığı âlemleri yakar, yıkar.
Ey kefensiz adamcıklar, ey yıkanmamış ölücükle,. Lût Peygamber’in şehri nasıl yere battı, na hale geldi?
Bakın da görün!
Fil de kim oluyor ki? Üç tane kuşcağız, o fillerin kemiklerini kırdı.
Kuşların en zayıfı Ebabil olduğu halde filleri, bir daha yamanmalarına imkân bulunmayacak bir tarzda yırttı,
parçaladı.
2820. Nuh tufanını duymayan, yahut Firavun’la Musa’nın savaşını işitmeyen var mı?
Ruh gibi olan Musa, onları mağlup etti, sulara boğdu; su da bunları zerre, zerre parçaladı.
Semud kavminin ahvalini, kasırganın âd kavmini mahvettiğini duymayan var mı?
Bir defacık olsun gözünü aç da gör: Savaşta filleri yıkıp öldürdüğü halde,
Bu derecede kuvvetli filler, bu kadar zâlim padişahlar bile gönül hışmına uğramışlar, taşlanıp
durmaktadırlar.
2825. Ebedîyen zulmetten zulmete gidiyorlar… Ne yardım eden var, ne imdatlarına yetişen!
İyi adla kötü adı duymadınız mı yoksa? Hakikati herkes gördü de siz görmediniz mi yoksa,
Görülmüş şeyi görülmemiş sanırsınız, meydanda olan şeyleri bile görmezsiniz ama ölüm, gözlerinizi
adamakıllı açacak elbet.
Tut ki âlem, güneşle, nurla dopdolu… sen, kör gibi karanlıklara gittikten sonra elbette ondan uzakta
kalırsın, mahrum olursun!
O kerem sahibi aya pencereni kapatırsan o ulu nurdan elbette nasibin olmaz!
2830. Sen köşkten çıkmış, kuyuya girmişsin. Bu geniş âlemlerin ne günahı var?
Kurt huylarıyla huylanmış olan ruh, Yusuf’un yüzünü nasıl görebilir, söyle!
Davud’un sesi dağlara, taşlara ulaştı da yine o taş yüreklilerin kulaklarına girmed!..
Her an akla, insafa aferin! Doğrusunu Allah bilir ya!
Ey Sebâlılar, peygamberleri tasdik edin, Allah’ya olan ruhu tasdik edin!
2835. Tasdik edin; onlar doğmuş güneşlerdir… onlar sizi kıyametin azaplarından kurtarırlar.
Tasdik edin; onlar kıyamet kopmadan önce, oraya varmanızdan evvel sizi de nurlandıran, âlemi de
nurlandıran aydın dolunaydır.
Tasdik edin; onlar karanlıkları aydınlatan ışıklardır… ulu tutun, ağırlayın… onlar, rica ve niyaz anahtarlarıdır.
Hayrınızdan başka bir şey dilemeyenleri tasdik edin… kendinizden başka kimseyi azdırmayın, kimseye
tecavüz etmeyin!
Bırak bu Arapça’yı, Farsça konuşalım. Ey sudan topraktan ibaret insan, o Türk’ün Hindusu ol (o güzelin
yanağına bi siyah ben kesil!)
2840. Kendinize gelin de padişahların seslerini duyun. Onlara gökler bile inandılar, gökler bile.
İhtiyat ve ihtiyatlı adam
Önce gelenlerin hallerine bakın, yahut sonradan gelenlerin tarafına doğru ihtiyatla uçun!
İhtiyat nedir? İki tedbir arasında tereddüde düşmeyip hangisi seni sürçtürmeyecekse onu yapmaktır.
Birisi, “ Bu yedi günlük yolda hiç su yoktur. Bütün yol ayakları yakıp kavuran kumluk” dese,
Öbürü de “ Yalan… yürü de bak, her gece bir akan kaynak görürsün” dese,
2845. İhtiyat kokudan kurtulmak ve doğruya ulaşmak için yanına su alıp yola düşmendir.
Yoksa su varsa, yanına aldığın suyu dök… fakat ya yoksa… o vakit vay susuz yola düşenin haline!
Ey halife oğulları, insaf edin de kıyamet günü için ihtiyatlı davranın!
O düşman yok mu, o düşman? Sizin atanıza da kin güttü de onu İliyyinden zindana attırdı.
Gönül satrancının şahını bile mat etti de cennetten çıkarttı, belâlara uğrattı, maskara etti.
2850. Güreşte onu yere yıkmak, yüzünü saratmak için onunla savaşa girişti, ona ne oyunlar oynadı.
Öyle bir pehlivana bile böyle oyunlar yapan düşmanı sakının, ehemmiyetsiz görmeyin!
O hasetçi, bizim anamızın, babamızın tacını tahtını bile el çabukluğuyla kapıverdi;
Onları, oracıkta, çırılçıplak, ağlayıp inler bir halde hor hakir bırakıverdi. Âdem, yıllarca zarı zarı ağladı.
Neden âsiler defterine kaydedildim diye öyle bir ağladı ki göz yaşlarının aktığı yerlerde nebatlar bitti!
2855. Bir bak da hilebazlığını anla… öyle bir ulu bile, onun hilesi yüzünden saçını, saklını yoldu.
Ey balçığa tapanlar, onun şerrinden amanın aman… onun kafasına “ Lâ havle” kılıcını vurmaya bakın!
Pusudan sizi görüp durur, fakat siz onu görmezsiniz, gaflet etmeyin sakın!
Avcı, daima taneler saçar… saçtığı taneler görünür de yapacağı kötülük görünmez.
Nerede tane görürsen sakın oradan. Sakın da tuzağa düşme, kolun, kanadın bağlanmasın!
2860. Taneyi bırakan kuş, o hilesiz, düzensiz ovanın tanelerini yer, doyar.
Ona kani olduğundan uzaktan kurtulur; hiçbir tuzağa düşmez; kolu kanadı bağlanmaz.
Hırs yüzünden havasına uyan ve ihtiyatı bırakan kuşun âkibeti
Bir kuş, bir duvarın üstüne kondu, tuzaktaki taneleri gördü.
Bir ovaya bakıyordu, gönlü orasını çekmekteydi; bir de tanelere bakıyordu, hırsı kendisini oraya
sürüklemekteydi.
Bu iki istek arasında çırpındı, durdu… nihayet aklı başından gitti; tanelere tamah etti, uzağa düştü!
2865. Başka bir kuş da bu tereddüdü bıraktı, tanelere meyletmedi, sahraya uçup gitti.
Neşeli bir surette kol kanat açtı; ne mutlu ona! Bütün hürlerin ulusu, başı oldu.
Onu kendisine baş yapan da kurtuldu, emniyet makamına ulaştı.
Çünkü bu kuşun gönlü, ihtiyata riayet edenlerin padişahı kesildi de konağı, güllükler, çimenlikler dolu!
O ihtiyatından razı, ihtiyatı ondan memnun… işte sen de tedbirde bulunacaksan böyle bir tedbirde bulun,
bu işe sarılacaksan böyle bir işe sarıl!
2870. Nice defalar hırs tuzağına düştün, boğazını kesilmeye teslim ettin!
Tövbeler kabul eden Allah, yine seni azad etti, tövbeni kabul ederek seni neşelendirdi.
“ Tövbenizi bozar, kötülüğe başlarsanız biz de tekrar size azap ederiz. Biz yapılan işlere uygun karşılıkları
çift ettik” dedi.
Bir kadının kocasını, yahut bir kocanın karısını alıp bir yere götürsen eşi de koşa koşa mutlaka onun yanına
gelir.
Bu yapılan işleri de eserleriyle çift yarattık… bir amelde bulundun mu mutlaka eşi de zuhur eder.
2875. Birisi gelip bir karının kocasını esir ederek götürse karısı, kocasını araya araya çıkagelir.
Sen de bir kere daha bu tuzağa geldin, bir kere daha tövbenin gözüne toprak serptin!
Tövbeleri kabul eden, suçluları yargılayan Allah, tekrar o düğümü çözdü de “ Kendine gel… bu tarafa yüz
tutma” dedi.
Fakat tekrar unutkanlık pervanesi geldi, canınızı ateşe doğru sürükledi!
Ey pervane, öyle çok unutkan olma, öyle pek şüpheye düşme… yanan kanadına bak bir kere!
2880. Ateşten kurtuldun mu bu kurtuluşun şükrü, bir daha tane olan yere hiç uğramamandır.
Uğrama da şükrettikçe Allah sana tuzaksız, düşman korkusundan uzak bir nimet ihsan etsin.
Allah’nın sizi azat etmesine karşılık şükretmeniz, Allah nimetini anmanız gerek.
Nice zahmetlere, nice belâlara düştün de “ Yarabbi, beni bu tuzaktan kurtar…
Sana itaat edeyim, ibadetlerde bulunayım, Şeytan’ın gözüne toprak serpeyim” dedi.
Köpeklerin, her kış mevsimi “ Yaz gelince kışın barınmak için kendimize
bir ev kuralım “ diye ahdetmeleri
2885. Kış geldi mi köpek ezilir, büzülür. Kışın soğuğu onu perişan bir hale kor.
“ Kışa dayanamıyorum sağ olursam taştan bir ev kurmam lazım.
Yaz gelince dişimle tırnağımla çalışıp çabalayayım, kışın barınmak için bir taş ev kurayım” der.
Fakat yaz gelip de ısındı mı kellesi, kemiği yerine geldi mi, ilikleri, kemikleri kızışıp derisi gerildi mi,
Kendisini koskocaman görür de “ İyi ama ben hangi eve sığarım ki?” der.
2890. İrileşir, ayağını çeker… tembel tembel, karnı tok sırtı pek, kendisine güvenmiş bir halde bir gölgeye
çekilir.
Gönlü “ Bir ev kur” derse de o, “ Söyle be yahu, ben nasıl olur da bir eve sığarım ki?” diye cevap verir.
Sen de bir belâya, bir musibete düştün mü büzülürsün, hırs kemiklerin bitişir; küçülür, kalırsın.
“ Tövbeden bir ev kurayım, kışın o evceğizde barınayım” dersin.
Fakat dertten kurtuldun da hırsın büyüdü mü köpek gibi ev sevdası geçer gider.
2895. Nimete şükretmek, nimetten daha hoştur. Şükreden kişi, hiç şükretmeyi bırakır da nimet sevdasına
düşer mi?
Şükür, nimetin canıdır, nimetse deriye benzer. Çünkü seni sevgiliye kadar ulaştıran şükürdür.
Nimet, insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör!
Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar. Bu suretle de yoksullara yüzlerce nimet bağışlarsın.
Allah yemeğinden ye, doy da senden oburluk, tamah ve şuna buna ihtiyacını arz etme illeti geçsin.
Münkirlerin, Peygamberleri nasihatten menetmeleri ve Cebriler gibi
delil getirmeleri
2900. Onlar dediler ki: “ A öğütçüler, iyi söylüyorsunuz ama bu köyde adam olsa!
Allah, bizim gönlümüzü kilitledi, kimse Allah’dan ileri geçemez ki.
Her şeyi düzüp koşan Allah, bizi de böyle düzdü koştu. Kimse bu dedikoduyla kaderimizi değiştiremez.
Taşa istersen tam yüzyıl boyuna lâl olsana de… eskiye tam yüzyıl yenilen diye söyle dur.
Toprağa yüzyıl su gibi arı duru ol desen, suya bal ol, süt kesil desen ne fayda!
2905. Gökleri ve göklerdeki şeyleri yaratan… suyu, toprağı ve topraktakileri halk eden Allah,
Göğe dönmeyi takdir etmiş, onu sâf bir hale getirtmiş… suyla toprağa da bulanıklık vermiştir.
Gayri nasıl olur da gökyüzü bulanır, suyla balçık durulur?
Allah, hepsine bir şey takdir etmiştir. Bir dağ, çalışmakla saman çöpü olur mu hiç?
Cebrîlerin Peygamberlerin cevabı
Peygamberler dediler ki: “ Evet… Allah, çekinip kurtulmaya imkan bulunmayan sıfatlar yaratmıştır.
2910. Fakat ârızi sıfatlar da yarattı ki onları terk etmek mümkündür; herkesin nefretini kazanan kişi, o sıfatları
terk eder, huylarından vazgeçerse herkesin sevgisini kazanır, herkes ondan razı olur.
Taşa altın ol demek beyhudedir ama bakıra altın ol dersen yeri var; bakır pekâlâ altın olabilir.
Kuma toprak ol dersen âcizdir, toprak olamaz. Fakat toprağa balçık ol desen bu söz yerindedir, toprak,
balçık olabilir.
Allah, insana topallık, yassı,burunluluk, körlük gibi çaresiz illetler vermiştir ama,
Ağız, yüz çarpıklığı, yahut baş ağrısı gibi bazı illetler de vermiştir ki bunlara çare vardır.
2915. Allah bu ilâçları, insanlara iyilik vermek için yarattı. Dertler, devalar saçma değil ya!
Hattâ dertlerin çoğunun devası, çaresi vardır. Adamakıllı aradın, üstüne düştün mü ele geçer!”
Kâfirlerin tekrar Cebrîce deliller getirmeleri
Onlarsa “ Bu, bizim derdimiz, deva kabul eder dert değil.
Siz yıllarca öğütler verdiniz, afsunlar okudunuz. Bizim de her lâhza derdimiz arttı, bağımız kuvvetlendi.
Eğer bu hastalık, iyileşecek bir hastalık olsaydı nihayet bir zerresi olsun geçerdi.
2920. İnsan susuzluk hastalığına uğrarsa içtiği su, ciğere gitmez… denizi içse başka bir yere gider.
Nihayet el ayak şişer... su içmek, susuzluğu bir türlü geçirmez” dediler.
Peygamberlerin, tekrar onlara cevap vermeleri
Peygamberler dediler ki: “ Ümitsizliğe düşmek kötüdür. Allah’nın ihsan ve rahmetlerine son yoktur.
Böyle bir ihsan sahibinden ümit kesmek hiç de yaraşmaz. Bu rahmete el atın, yapışın!
Nice işler vardır ki ilk önce güç görünür de sonradan kolaylaşır, o güçlük geçer gider.
2925. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var… karanlığın ardında nice güneşler var!
Esasen tutalım yürekleriniz taş kesildi, kulağınıza, gönlünüze kilitler vuruldu.
Sözümüzü kabul edecek yahut etmeyeceksiniz… biz buna aldırış etmeyiz. Aldırış ettiğimiz şey Allah’ya
teslim olmak, fermanını yerine getirmektedir.
Bize o kulluğu o buyurdu… bu söz söylememiz, kendiliğimizden değil ki!
Canımız, onun emrini yerine getirmek için… bunun için yaşıyoruz, bunun için yaratıldık. Kuma tohum ek
dese bile biz ekeriz.
2930. Peygamberin canına Allah’dan başka bir dost yoktur. Halk, sözünü kabul edecekmiş, reddedecekmiş…
bununla hiçbir alışverişi bulunmaz ki!
Allah, emirlerini halka bildirir, bunu için alacağı ücreti de Allah verir. Biz, sevgilinin uğrunda halka çirkin
göründük; yüzümüz, düşman yüzüne benzedi gitti!
Fakat bu kapıdan usanmadık da, usanmayız da. Yol uzun olduğundan her yerde oturup dinleniyoruz.
Sevgiliden ayrılan, hapislere düşen adamın gönlü soğur, o çeşit adam usanır, bıkar.
Halbuki bizim sevgilimiz, bizim dilediğimiz canan, bizimle beraber… rahmetini saçıp durmakta; canımız da
ona şükretmekte.
2935. Bizim gönlümüzde lâlelik var, gül bahçesi var. oraya solmanın, perişan olmanın yolu yok!
Daima terütazeyiz, daima genciz, lâtifiz… daima güzeliz, tatlıyız, daima gülüp durmadayız, zarifiz!..
Bizce yüzyılla bir saat birdir… uzun yol, kısa zaman bize göre değil!
O uzunluk, kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar.
Eshabı Kehif, üç yüz dokuz yıl yattılar. Uyudular ama bu üç yüz dokuz yıl, onlara bir gün geldi, ne
gamlandılar, ne teessüf ettiler.
2940. Uyandıkları anda uyudukları o uzun yıllar, kendilerine bir gün gibi göründü. Çünkü ruhları, yokluktan
tekrar bedenlerine geldi.
Bu âlemde geceyle gündüz, ayla yıl bile olmazsa usanç, ihtiyarlık, bıkkınlık nasıl olur.
Yokluk gülistanında insan kendisinden geçer… o âlemdeki sarhoşluk, Allah lûtfunun büyük kadehindendir.
Onu içmeyen, tadını tatmayan bilmez, anlamaz. Gül kokusu, bok böceğinin aklına mı gelir ?
Bu zevk mevhum değildir. Mevhum olsaydı da mevhumlar gibi yok olurdu.
2945. Cehennem, nasıl olur da aklına cenneti getirir? Çirkin domuzda güzel yüz ne gezer?
Kendin gel, aklını başına devşir de böyle bir lokma ağzına kadar gelmişken kendi boğazını kendin sıkma a
aşağılık kişi!
Biz sarp yolları vardırdık… Bize uyanlara yolu kolaylattık.
Peygamberlerin “ ,imana gelin “ diye ricalarına karşı halkın tekrar
itiraz etmesi
Sebâlılar, “Siz kendinizce yomlu yıldızlarsanız ama bize göre yomsuzsunuz; bizimle zıtsınız, bize aykırısınız
siz.
Hiçbir düşüncemiz yokken bizi dertlere, meşakkatlere saldınız.
2950. Biz, birbirimizle uzlaşmış bir topluluk, sizin kötü haberlerinizle aramıza yüzlerce ayrılık düştü.
Biz şekerler yiyen dudu kuşlarıydık… sizin yüzünüzden ölümü düşünen baykuşlara döndük.
Nerede bir gam masalı varsa, nerede bir kötü, bir kabul edilmeyecek ses duyulursa…
Bu âlemde nerede bir kötüye yormak,nerede bir kötü surete dönmek, nerede bir azap varsa,
Hepsi sizin söylediğiniz sözlerde sizin getirdiğiniz misallerde, sizin yormanızda. Bütün hırsınız, zevkiniz,
âlemi derde düşürmek” dediler.
Peygamberlerin cevapları
2955. Peygamberler dediler ki: “ Çirkin ve kötüye yormak, sizin ruhunuzdan meydana gelen bir şey. Bu
kabahat biz de değil, sizde.
Bir tehlikeli yerde uyusan, bir ejderha da baş ucundan sana doğru gelmeye başlasa,
Merhametli birisi “ Çabuk kalk, yoksa ejderha yutacak” diye seni uyandırsa,
“ Neye kötüye yoruyorsun” der misin? Ne yorması, kalk da aydınlık bir bak, gör!
Ben, seni kötü yorumdan kurtarıyor da devlet yurduna götürüyorum.
2960. Çünkü peygamber, gizli şeyi bilip seni de o şeyden agâh eden adamdır. O, cihan halkının örmediği
şeyleri görmüştür.
Bir doktor sana “ Koruk yeme, san şu çeşit kötü bir hastalık verir” dese,
“ Neden kötüye yoruyorsun” der misin? Dersen öğütçüyü suçlu tutuyorsun demektir.
Müneccim “ Bugün sefere çıkma sakın” dese,
Müneccimin yüz kere bile yalanını tutmuş olsan da bir iki kere sözü doğru çıksa yine sözüne uyarsın.
2965. Bizim nücum bilgimize asla yanlış çıkmaz. Böyle olduğu halde nasıl oluyor da doğruluğuna
inanmıyorsun, doğruluğu sence gizli, kapaklı kalıyor?
O doktorla müneccim, sana verdikleri haberi zanla, şüpheyle veriyor. Halbuki biz açıkça görüyor,söylüyoruz.
Cehennemin dumanını, cehennemin ateşini, cehennemin münkirlere saldırdığını uzaktan görüyoruz.
Sense, sus yahu, bırak şu sözü; kötüye yormak, bize ziyan veriyor demektesin.
Ey öğütçülerin öğüdünü dinlemeyen, kötü yoruş, nereye varırsan var, seninledir!
2970. Âdeta ardından bir yılan gidiyor; birisi de damdan görüp haber veriyor.
Ona sus, beni dertlendirme, bana keder verme diyorsun. Adamcağız, peki benden günah gitti diyor.
Fakat yılan seni boynundan sokunca bütün neşen zehir kesilir de o adama,
“ Be adam mademki iş böyleydi, neden yenini yakanı yırtarak feryat etmedin?
Yahut yukardan tepeme bir taş atıp bana işin ciddiyetini, işin vehametini bildirmedin?”dersin.
2975. O adam da iyi ama sen, benim sözümden inciniyordun. Ne faydası var? sana çok söyledim ama kâr
etmedi ki.
Ben sana iyilik ettim, seni bu kötü işten kurtarmak için öğütler verdim.
Kötülüğünden bu iyiliğin kadrini bilmedin… öğüdüm, seni büsbütün azdırdı, bana büsbütün cefa etmeye,
beni büsbütün incitmeye başladın der.
Aşağılık, kötü kişilerin huyu budur. Sen ona iyilik ettin mi o, sana kötülük eder.
Sabırla nefsin belini bük. O alçaktır, kötüdür, iyilik etmeye gelmez ona!
2980. Kerem sahibi birisine ihsanda bulunursan değer. Bire karşılık sana yedi yüz verir.
Bu alçağa da cefa eder, onu kahreylersen sana aşırı vefalar gösterir, kulun kölen olur.
Kâfirler, nimete eriştiler mi cefa tohumunu ekerler de sonra cehennemde, aman yarabbi diye bağırıp
dururlar.”
Allah’nın ahrette cehennemi, dünyada zindanı yaratmadan maksadı,
kendilerini büyük görenlerin ister istemez Allah’ya kulluk etmeleridir
Alçaklar, cefaya, derde düştüler mi arınır, temizlenirler. Vefa gördüler mi de cefakâr olurlar.
Şu halde onların ibadet edecekleri mescit cehennemdir, yabancı kuşun ayağını bağlayan, tuzaktır.
2985. Zindan da hırsızın, alçak kişinin ibadet yeridir. Orada daima Hakk’ı anar durur.
Mademki insanın yaratılmasında ki maksat, Allah’ya ibadet etmesidi, şu halde ibadetten baş çeken, ibadete
yanaşmayan kişinin ibadet yeri cehennemdir.
İnsan her işi yapabilir, fakat yaratılmasındaki maksat ibadettir.
“ Ben, insanları, cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Bu âyeti okusana. Âlemin yaratılmasında
ki maksat, ibadetten başka bir şey değil!
Kitaptan maksat, içindeki fendir ama dilersen sen onu yastık da yapabilirsin ya.
2990. Fakat ondan maksat yastık olması değil, bilgi, irfan, irşat ve faydadır.
Kılıcı mıh yaparsan zafere mağlûbiyeti tercih ettin demektir.
İnsandan maksat ilimdir, doğru yolu bulmaktır ama her insanın bir ibadet yeri var.
Kerem sahibine ikramda bulundun mu bu ikram, ona ibadet yeridir, ikrama uğradıkça şükreder. Alçağı da
aşağılattın, alçağa da kötülük ettin mi onu ibadete sevk edersin.
Vur alçakların başına ki yere baş koysunlar… ver kerem sahiplerine ki ihsanına mazhar oldukça şükretsinler!
2995. Hulâsa Allah iki mescid yaratmıştır: Cehennem onların mescidi, cennet bunların!
Musa, o iç ağrısı kavim, başlarını eğsin diye Kudüs’te alçacık bir kapı yaptırdı.
Çünkü onlar cebbar, başı dik kişilerdi. Onlara bu küçücük, bu alçacık kapı, niyaz kapısıdır, cehennemdir!
Allah, padişahların suretini Hakk’a tabi olmayanları yola getirmek için halk
etmiştir. Nitekim Musa aleyhisselâm da Kudüs kalesinin duvarına dik
başlı cebbarlar eğilerek girsinler ve girerken secde ederek, Yarabbi
günahlarımızı al bizden, desinler diye küçücük, alçacık bir kapı yaptı
İyi bak, kendine gel! Allah, padişahları etten, kemikten küçücük bir kapı olarak halk etti ya.
Dünya ehli olanlar, onlara secde ederler. Çünkü Allah’ya secde etmenin düşmanıdır onlar!
3000. Dünya ehline bir fışkı yerceğizini mihrap düzdü… o mihrabın adı da bey, padişah!
Bu tertemiz kapıya lâyık değilsiniz ki… temiz kişiler, şeker kamışıdır, sizse bomboş birer kamıştan
ibaretsiniz.
O çeşit köpeklere elbette bu çeşit bayağılık adamlar hürmet ederler. Öyle âdi kişiye hürmet etmek, öyle âdi
adama inanmak, aslana ardır.
Fare huylulara kedi bey olur. Fare kim oluyor ki aslandan korksun?
Fare huyludur, Allah köpeklerinden korkarlar,
3005. Uluların virdi, ( Rabbimiz yücelerin yücedir) sözüdür. Bu aptallara lâyık olan Rab ise kendisinde Allah
kuvveti vehmeden dünya büyükleridir.
Fare, nasıl olurda savaş aslanlarından korkar. Onlardan korkanlar, misk ceylânlarıdır ancak.
Yürü ey çömlek yalayıcı, kâse yalayıcının yanına git… onu kendine Allah say, velinimet say!
Kâfi yeter artık… uzun uzadıya anlatmaya girişsem beyler, padişahlar, hem kızarlar, hem de anlattıklarımın
kendilerinde olduğunu bilirler anlarlar.
Hulâsa ey kerem sahibi, alçak nefse iyilik etme, kötü davran da alçaklarla beraber o da sana boyun eğsin,
teslim olsun.
3010. Alçak nefse ihsanda bulunursa alçaklar gibi nimeti inkâr eder, azgınlaşır.
İşte mihnette, meşakkatte bulunanların şükretmesi, nimet ve devlet sahiplerinin azgın ve hilebaz olmaları
bu yüzdendir.
Altınlarla bezenmiş kaftanlara bürünen beyler, padişahlar azgın kişilerdir. Abaya sarınan yoksul yok mu…
şükreden odur işte.
Mal, mülk, devlet ve nimet sahipleri hiç şükrederler mi? Şükür mihnetten ve meşakkatten biter, gelişir.
Sofinin boş sofraya sevdalanması
Bir sofi bir gün çiviye asılmış bir sofra gördü. Vecde geldi, dönmeye, oynamaya başladı, elbisesini yırtıyor.
3015. İşte azıkların azığı... İşte kıtlıkların, dertlerin devası diye nâralar atıyordu.
Dumanı başından çıkıp neşesi, zevki arttıkça arttı… sofilerde ona uydular, semâa başladılar.
Kih, kih gülmeye, hay huy etmeye koyuldular… defalarca kendilerinden geçip kendilerine geldiler.
Herzevekilin biri, sofiye “ Çiviye asılı ve içinde ekmek olmayan bomboş sofra nedir ki seni bu derece zevke,
vecde getiriyor?” dedi.
Sofi dedi ki: “ Yürü git be… sen mânasız bir suretten ibaretsin… sen varlık peşinde koş, âşık değilsin sen.
3020. Aşığın gıdası, ekmeksiz ekmeğe âşık olmaktır. Aşkında doğru olan kişi. Varlığa bağlanmaz.
Âşıkların varlıkla işi yoktur… âşıklar, kârı sermayesiz elde ederler.
Kanatları yoktur, âlemin etrafında uçarlar… elleri yoktur, topu meydandan kaparlar!
Mâna kokusunu duyan o yoksul da eli kesik olduğu halde zembil örerdi ya!
Âşıklar, yoklukta çadır kurarlar… onlar, yokluk gibi bir renktedirler, bir tek ruhları vardır onların!
3025. Süt emen çocuk yemekten nasıl zevk alabilir? Perinin gıdası kokudan ibarettir.
Fakat insan oğlu perinin kokusundan koku alabilir mi? Huyu, onun huyunun zıddıdır.
Perinin az bir güzel kokudan aldığı zevki, sen yüz batman güzel yemekten bile alamazsın.
Nil ırmağının suyu Mısırlılar’a kan kesildiği halde İsrailoğulları’na sudur.
Deniz, Firavun’u boğduğu halde İsrailoğulları’na bir ana cadde haline gelir.
Allah kadehini Yusuf’un yüzünden içmek, Allah kokusunu Yusuf’un
kokusundan duymak, Yakub aleyhisselâm’a mahsustur. Yusuf’un
kardeşleri de bunlardan mahrumdur başkaları da
3030. Yakub’un, Yusuf’un yüzünde gördüğü nur, ancak Yakub’a mahsustu. Kardeşleri bunu nereden
görecekler?
Bu, sevgiliye olan sevdası yüzünden kendini kuyulara atar. Öbürü kininden sevgiliye kuyu kazar!
Sofra, onun önünde ekmeksizdir, bomboştur… fakat Yakub’un önünde nimetlerle dopdoludur, iştahını açar.
Yüzünü yıkamayan, hurilerin yüzünü göremez. Peygamber, “ Namaz, ancak huzur-u kalple kılınır” demiştir.
Canların gıdası aşktır. Bundan dolayı ruhların gıdası, açlıktır.
3035. Yakup, Yusuf’a acıkmıştı, ekmek kokusu ona ta uzaklardan gelmekteydi.
Halbuki Yusuf’un gömleğini alıp koşa koşa Yakub’a getiren o gömleğin kokusunu duymadı bile!
Aradaki mesafe yüzlerce fersahken Yakub, Yakub olduğundan Yusuf’un gömleğinin kokusunu duyuyordu.
Nice âlimler vardır ki hakikî ilimden hakiki irfandan nasipleri yoktur. Bu çeşit âlim, ilim hafızıdır, ilim sevgilisi
değil.
Onun sözlerini duyan kişi, alelâde bir adam olsa bile o sözleri anlar, hakikat korkusunu alır.
3040. Çünkü böyle âlimin eline düşen gömlek, eğretidir, bir zaman içindir… esir tellâlının elindeki cariye
gibi!
Tellâlın eline düşen cariye, müşteri içindir, tellâla ne fayda var?
Rızık vermek, Allah’nın işidir. Herkes Allah’nın takdirine göre hareket eder, başka türlü hareket etmesine
imkân yoktur.
Güzel bir hayal, ona bağ, bahçe haline gelmiştir… Çirkin bir hayal, bunun yolunu kesmiştir!
Allah öyle bir Allah’dır ki bir hayalden, bağ, bahçe düzmüş, bir hayalide cehennem haline getirmiş, yanıp
yakılma yeri yapmıştır!
3045. Peki… o halde onun gül bahçelerinin yolunu… külhanlarının yerini kim bilebilir ki?
Gönül gözcüsü, bu hayal, canın ne yanından geliyor… fırsat bulup göremez ki.
Bir kolayını bulup da doğduğu yeri, geldiği tarafı görseydi kötü hayallerin yolunu keser, gelmelerine mâni
olurdu.
Yokluk geçidine, yokluğun gözetleme yeri olan oraya casus, nasıl ayak atabilir?
Kör gibi onun ihsan eteğine yapış! Padişahım, körün yapışması diye buna derler işte!
3050. Onun eteği, emridir, fermanıdır. Ondan korkmayı, ondan çekinmeyi kendisine can ittihaz eden adam ne
iyi bahtlı bir adamdır!
Birisi çayırlıkta, çimenlikte akar su kıyısında… onun yanı başındaki de âzap içinde!
Azap çeken, öbürüne bakar da “ Bu zevk neden ki?” diye şaşırır kalır… bu da meşakkat çekeni görür de “
Acaba bunu kim hapsetmiş ki?” diye hayretlere düşer.
Zevk içinde olan azap çekene “ Kendine gel… neden böyle perişansın? Bak, burada ne güzel kaynaklar var.
Neden böyle benzin sararmış? Burada yüzlerce deva var...
Arkadaş, gafil olma, bu çimenliğe gel!” der. Fakat öbürü “ Canım efendim… gelemiyorum ki!” diye cevap
verir.
Bir beyle namaza düşkün olan ve namazdan, Allah’ya niyaz
etmeden zevk alan kölesi
3055. Bir bey, hamama gitme lüzumunu duydu… seher çağı, kölesine “ Sungu, uyan başını kaldır.
Hamam tasını, peştamalı, havluyu, kili, Altın’dan al da hamama gidelim, haydi” diye seslendi.
Sungur, hamam tasıyla iyi bir peştamal ve havlu aldı. Beraberce yola düştüler.
Yolda bir mescit vardı. Ezanda okunmaktaydı. Sungur ezan sesini duydu.
Namaza pek düşkündü. Dedi ki: “ Ey kuluna iltifatlarda, ihsanlarda bulunan beyim,
3060. Sen şu dükkanda birazcık otur da ben namazı kılıvereyim.”
Bey, dükkânda oturdu. İmamla cemaat namazı kılıp camiden çıktılar.
Sungur kuşluk çağına kadar içerde kaldı. Bey, bir müddet bekledi.
“ Sungur, neye dışarı çıkmıyorsun?” diye seslendi. Sungur, içerden “ Efendim, koyuvermiyorlar.
Birazcık daha sabret, şimdi geliyorum. Beni beklemekte olduğunu biliyorum, unutmadım” dedi.
3065. Bey, tam yedi kere seslendi, bekledi, bekledi, seslendi. Nihayet Sungur’un bu cilvesinden usandı, âciz
kaldı, sabrı tükendi.
Sungur, beyin her seslenişinde “ Efendim, dışarı çıkacağım ama daha koyuvermiyorlar” diyordu.
Bey “ Yahu, mescitte kimse kalmadı koyvermeyen kim, seni orada kim tutuyor?” diye bağırdı.
Sungur dedi ki: “ Seni dışardan içeriye sokmayan yok mu? İşte beni de içerden dışarıya çıkarmayan o.
Sana içeri girmeye izin vermeyen, benim de dışarı çıkmama mâni olmakta.
3070. Senin bu tarafa adım atmana müsaade etmeyen benim de dışarıya adım atmama mâni oluyor!”
Balıkları karaya çıkarmayan deniz, karadakileri de denize sokmamakta.
Balığın aslı sudan, öbür hayvanların aslı topraktan.
Bu işte hile ve düzene başvurmanın, tedbirlere girişmenin faydası yok ki!
Kilit pek kuvvetli, açıcıda Allah. Teslimiyete yapışa gör, rıza göster!
3075. Tedbirini unuttun mu pirinden o taze bahtı bulur, devlete erişirsin.
Kendini unuttun mu seni anarlar… kul oldun mu azat ederler!
“ Hattâ izistey’ eserrüsül “ hükmünce Peygamberlerin, münkirler,
sözlerimizi kabul etmiyorlar diye ümitsizliğe, yese düşmeleri
Peygamberler bile, “ Şuna buna nasihat edip duruyoruz.
Niceye bir soğuk demiri dövüp duracak, niceye bir kafese üfleyip yatacağız?” diye hatırlarından geçirdiler.
Halkın yaptığı işler, Allah’nın kaza ve kaderiyledir. Dişin keskinliği, midenin hararet ve kuvvetinden ileri
gelir.
3080. Nefs-i Kül, insanın cüz’i nefsine tesir etti de olacaklar oldu. Balık baştan kokar, kuyruktan değil!
Bunu böyle bil,bil ama eşeğini de yine ok gibi süre dur. Çünkü Allah, “ Emirlerimi tebliğ et” diye
emretmiştir; emrinden dışarı çıkmaya imkan yok.
( Bir fırka cennetliktir, bir fırka cehennemlik). Bu iki fırkanın hangisindensin, bilemezsin ki. Ne olduğunu
görünceye kadar çalış, çabala!
Gemiye yükünü yükledin mi Allah’ya dayanman gerek.
Yolda gark mı olacaksın, kurtulup sağlıkla, selâmetle gideceğin yere mi varacaksın? Bu ikisinden hangisi
başına gelecek, bilemezsin ki,
3085. Eğer ne olacağım, başına ne gelecek? Bunu bilmedikçe gemiye binmem.
Bu seferden kurtulacak mıyım, yoksa yolda boğulacak mıyım? Ne olacağımı bildir bana.
Ben, başkaları gibi kuru bir ümide kapılıp şüpheyle yola düşmem dersen,
Hiçbir ticarette bulunamazsın. Çünkü bu ikisi de gaybdadır , sırdır.
Pul şişe gibi ruhu incecik olan, cüz’i bir şeyden kırılıveren korkak tacir, ticaretinden ne fayda görür, ne ziyan
eder.
3090. Hattâ fayda şöyle dursun ziyan eder, mahrum kalır, hor olur. Kimde yanış varsa nuru o bulur.
Çünkü bütün işler, ihtimalle yapılır. Sen de din işini üstün ve ön planda tut da kurtul.
Bu kapıyı ümitten başka bir şeyle açmaya izin yok… Allah, doğrusunu daha iyi bilir.
Mukallidin imanı korku ve ümittir
Çalışanların boyunları iğ gibi incelse de yine insanı her sanata sevk eden ümittir, ihtimaldir.
Sabahleyin dükkânına giden rızık elde etmek ümidiyle koşar gider.
3095. Rızık ümidi olmasa nasıl olur da gidersin? Mahrumiyet korkusu olursa nasıl olur da kuvvet bulursun?
Belki ezelde sana bir rızık verilmemiştir. Bu ezeli mahrumiyet korkusu, nasıl oluyor da yiyeceğini, içeceğini
elde etmek için çalışıp çabalamanda, arayıp taramanda seni âciz, kuvvetsiz bir hale sokmuyor?
Deseler, dersin ki: “ Çalıştığım halde bir şey elde edememek korkusu da var. Var ama bu korku tembellikte
daha fazla.
Çalışırsam belki kazanırım; bunda ümidim daha çok… Tembellikte daha fazla zarar var.
Peki a kötü zanna düşen, ya neden din işinde bu ziyan korkusu eteğini tutuyor öyleyse?
3100. Yoksa bu bizim pazarımızın tacirleri olan peygamberlerle velîlerin ne kârlar elde ettiklerini görmedin mi
ki?
Onlara bu dükkânı terk etmekle neler yüz gösterdi… bu pazarda nasıl kârlar ettiler… haberin yok mu ki?
Ateş onlara halhal gibi râm oldu, deniz, onların emrine uydu, onları baş üstüne taşıdı.
Demir, onlara râm oldu, mum kesildi… rüzgâr, onlara kul oldu, hükümlerine girdi!
Resulullâh sallallâhu aleyhi ve selem, “ Şüphe yok ki Allah’nın gizli
velîleri var “ buyurdu
(Peygamberlerden başka) bir taife daha vardır ki bunlar pek gizlidirler. Bu zâhir halkına nereden meşhur
olacaklar?
3105. Bunca kerametleri vardır da yine ululuklarını hiç kimsenin gözü görmez!
Hem uludurlar, kerametleri vardır… hem Allah hareminde gizlenmişlerdir. Onların adlarını Abdâl bile
işitmemiştir.
Sen yoksa Allah’nın keremlerini bilmiyor musun ki… seni “ Gel” diye onların bulunduğu tarafa çağırıp
duruyor.
Âlemin altı ciheti de onun keremleriyle dolu… nereye baksan onun bayrakları orada dikildi!
Bir kerem sahibi, sana gel, ateşe gir dese hemencecik atıl ateşe… beni yakar mı deme bile!
Allah razı olsun, Enes’in peşkirini ateşe atması ve peşkirin yanmaması
3110. Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Birisi ona konuk olmuştu.
O hikâye eder: Yemekten sonra, peşkirini sararmış,
Kirlenmiş, yemeğe bulaşmış gören Enes, hizmetçi kadına: “ Bunu al da tandıra at, bir müddet kalsın” dedi.
Enes’in sırlarına vâkıf olan o hizmetçi de peşkiri ateşle dopdolu olan tandıra atıverdi.
Bütün konuklar, şaşırıp kaldılar, peşkirden duman çıkacağını kavrulup yanacağını umuyorlardı.
3115. Derken bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri arınmış temizlenmiş, tertemiz olarak getirdi.
Oradakiler, “ Ey Peygamber’le görüşüp konuşmuş olan aziz zat, peşkir nasıl oldu da hem yanmadı, hem de
temizlendi?” dediler.
Enes dedi ki. “ Mustafa, bu peşkire elini, ağzını silmişti; onun için!”
Ey ateşten, azaptan korkan gönül, böyle bir ele, böyle bir ağıza yaklaş!
Bu el, bu ağız, cansız bir şeye böyle bir yücelik verirse âşığın ruhuna neler açmaz, neler yapmaz?
3120. Kâbe’nin taşını kerpicini öptü, Kâbe ( puthaneyken) kıble oldu. Ey can, sen de çalış, çabala da erlere
karşı toprak ol ( erler seni de putlardan arıtsınlar!)
Sonra o hizmetçi kadına dediler ki: “ Peki biz bu ahvali gördük, sen de bize halini söylemez misin?
O söyler söylemez nasıl oldu da hemencecik peşkiri tandıra attın? Tutalım o sırlara erişmiş…
Ya sen, bu derecede değerli bir peşkiri nasıl ateşe fırlatıp attın a hanım?”
Hizmetçi, “ Ben kerem sahiplerine itimat ederim. Onların keremlerinden ümitsiz değilim ki.
3125. Peşkir de ne oluyor? Bana bile düşünmeden hemen ateşe atıl dese,
Ona olan itimadımın bütünlüğünden derhal ateşe atılırım. Benim, Allah kullarından ümidim çoktur.
Her kerem sahibi, her sır bilir ere itimadım var. Bu yüzden değil peşkiri, başımı bile atarım” dedi.
Kardeş sen de kendini bu iksire vur, erkeğin himmeti, erkeğin sadakati, kadından aşağı değil ya!
Bir erkeğin gönlü, kadının gönlünden aşağıysa o gönül, işkembeden de bayağıdır gayrı.
Rasûl aleyhisselâm’ın susuzluktan bunalmış, su bulamadıklarından âciz
bir hale düşmüş, adamların da, develerin de dilleri, ağzlarından çıkmış
olan bir Arap kervanının imdadına erişmeleri
3130. Çölde bir Arap kervanı susuz kalmış, yağmursuzluktan kırbalarında bir damlacık olsun su kalmamıştı.
Bütün kervan, o çöl ortasında bunalmış, ölüm haline gelmişti.
Ansızın o iki dünyanın imdadına yetişen Mustafa, onların imdadına erişmek üzere yoldan çıkageldi.
Çölde, o sarp ve sonsuz yolda, o kızgın kumların üstünde bunalıp kalmış olan o kalabalık kervanı gördü.
Develerinin dilleri, ağızlarından çıkmış; adamlar, taraf taraf kumlara serilmiş kalmıştı!
3135. Bu hali görünce acıdı, “ Kalkın, bir kaçınız derhal o kum yığınına doğru koşun!
Orada zenci bir köle kırbayla beyine su götürüyor.
O zenci deveciyi devesiyle beraber ister istemez tutup bana getirin “ dedi.
Birkaç kişi, kalkıp kum tepesine doğru koştular. Bir müddet sonra hakikaten dediği gibi,
Zenci bir kul gördüler, kırbasını doldurmuş, devesine binmiş, beyine su götürüyordu.
3140. Zenciye “ Şu tarafta insanların iftihar edecekleri zat, Kâinatın hayırlısı olan Peygamber seni çağırıyor “
dediler.
Adam, “ Ben onu tanımıyorum, o da kim?” dedi. “ Ay yüzlü, şeker huylu Muhammed “ dediler,
Nasılsa öylece anlattılar, öylece övdüler. Zenci, “ O galiba bir şair olacak.
Bir kısmı halkı sihirle zebun etmiş… ona yarım arşın bile yaklaşmam ben “ dedi.
Nihayet herifi yakalayıp zorla, çeke çeke o tarafa sürüklemeye başladılar. Zenci, bağırıp çağırıyor, sövüp
sayıyordu !
3145. Zenciyi Azizin yanına getirdikleri zaman Peygamber, “ Su için, mataralarınızı, kırbalarınızı da doldurun “
dedi.
Hepsini o bir tek kırbadan kandıra kandıra suvardı. Hem adamlar, hem develer o kırbadan kana kana su
içtiler,
Kölenin kırbasından herkes kırbasını, matarasını doldurur. Gökyüzündeki bulut bile hasedinden şaşırıp
kaldı !
Bunu kim görmüştür? Bir tek kırbadan bunca cehennemin harareti sönsün?
Kim görmüştür bunu ? Su dolu bir tek kırbadan bunca kırba ağzına kadar dolsun!
3150. Kölenin kırbası zaten vesileden, hakikatı örten bir sebepten ibaretti. Peygamberin emriyle ihsan
dalgaları, aslî denizden coşup köpürmekte, kopup gelmekteydi!..
Su kaynayınca buhar haline gelir, havaya çıkar…havadaki buhar da soğuyunca su olur, öyle mi ?
Doğrusu şu: yaradılış bu hükümlerden hariç olarak sebepsiz, illetsiz yokluktan sular coşturmada.
Sen çocukluğundan sebepleri görüyor, bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun.
Sebepleri görüyor da müsebbipten gaflet ediyorsun. Bu hakikati örten, müsebbibin yüzünü gizleyen
sebeplere ondan meyletmektesin sen.
3155. Sebepler gitti mi başına vurmağa başlar, aman Yarabbi demeye koyulursun.
Tanra da sana “ Hadi, yürü, sebepe git… ne acayip şey, sen, beni, yarattığım sebepler için andın ha !” der.
O vakit kul “ Bundan böyle hep seni göreceğim, sebebe, o lâftan ibaret saçma şeye bakmayacağım artık “
der ama,
Allah “ Seni tekrar sebep âlemine göndersem yine sebebe yapışırsın. Senin için bu, a tövbesinden
durmayan ahdi çürük adam!
Fakat ben bu işe bakmam, rahmetim boldur. Rahmer etrafında dönüp dolaşırım, herkese rahmet ederim
ben!
3160. Senin kötü ahdine bakmam, madem ki şimdi bana niyaz ediyorsun, keremimden sana ihsan eder,
muradını veririm “ der.
Evet…kafile halkı Peygamberi’in mucizesine hayran oldu… “ Ya Muhammed, ey deniz huylu Peygamber, bu
ne?
Küçücük bir kırbayı sebep ittihaz ettin, Arab’ıda suya gark ettin. Kürdü de!
O kölenin kırbasının gaybdan suyla dolması ve kara yüzünün ulu
Allah’nın izniyle ağarması
Ey köle, şimdi kırbanın dolu olduğunu da gör de şikâyet edip iyi, kötü söylenme “ dediler.
O zenci köle, Peygamber’in, bu mucizesine hayran oldu, imanı Lâmekân âleminden doğmaktaydı.
3165. Gökten akan bir çeşme gördü o… kırbası onun coşkunluğuna bir vesile, onun hakikatine bir örtüydü!
Gözünden bütün örtüler, bütün sebebler yırtılıp sıyrıldı. Böylece gayb çeşmesini görmeğe başladı.
Göz pınarları doldu, efendini de unuttu, durağını da!
Elsiz, ayaksız kaldı, yola gitmeye ne eli vardı artık, ne ayağı… Allah, ruhuna bir titremedir saldı!
Mustafa, iş görmesi için tekrar onu o âlemden çekti de dedi ki: “ Kendine gel… ey faydalanmak isteyen,
yürü…
3170. Şaşırıp kalacak zaman değil. Asıl şaşılacak şey daha ileride.
Şimdi öyle durma; davranıver bakalım, çevik bir halde yola düş! “
Mübarek eliyle kölenin yüzünü sıvazladı, onu kutlu bir hale getirdi.
O kölenin, o Habeş oğlunun yüzü bembeyaz oldu; gecesi, ayın on dördü gibi aydınlandı, gündüz gibi
nurlandı!
Güzellikte, işvede bir Yusuf kesildi. Peygamber ona “ Hadi şimdi git de hali anlat “ dedi.
3175. Köle elsiz, ayaksız sarhoş bir halde geldi, elden çıktı, ayağını tanımaz oldu!
Kervan halkından ayrıldı, suyla dolu iki kırbasını aldı, yola düştü.
Efendinin, kölesini bembeyaz görüp tanımaması, “ Benim kölemi
öldürdün, seni kan tuttu, Allah seni benim elime düşürdü “ demesi
Efendi, köleyi uzaktan görüp şaşırdı. Şaşkınlıkla o köy halkını çağırdı.
“ Bu kırba bizim kırbamız, deve de bizim devemiz. Fakat Zenci köle ne oldu ki?
Bu uzaktan gelen, ay’ın on dördü gibi bir delikanlı… Yüzünün nuru, balkıyıp durmakta… gündüzü bile
nursuz bırakmakta.
3180. Kölemiz nerede? Acaba birisi mi öldürdü, yoksa kurt mu paraladı da öldü?” dmeye başladı.
Köle yanına gelince “ Sen kimsin?” Yemenli misin, Türk müsün?
Söyle, doğru söyle…kölemi ne yaptın? Öldürdüysen gizleme, hileye sapma!” dedi.
Köle dedi ki: “ Öldürmüş olsam yanına nasıl gelirim,
Kendi ayağımla kanımı döktürmeye gelir miyim hiç?
3185. Bey, “ Hey ne söylüyorsun, kölem nerede benim? Doğruyu söylemekten başka çare yok, kurtulamazsın
elimden “ dedi.
Köle dedi ki: “ Köleyle arandaki sırları birer birer tamamıyla söyleyeyim…
Beni satın aldığın zamandan şimdiye kadar ne gelmiş geçmişse anlatayım da,
Kapkara vücudumdan bir sabah açılmış olmakla beraber senin kölen olduğumu anla!”
Kölenin rengi değişti ama tertemiz ruhun rengi yoktur ki… ruhun ne rengi vardır, ne unsurlara bağlıdır, ne
toprağa mensuptur!
3190. Yalnız teni tanıyanlar, bizi çabucak kaybederler… su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de!
Fakat canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfiyetsiz ve kemiyetsiz olan denize gark olmuşlardır!
Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!
Melekle akıl, aynı yaradılıştadır hikmeti var da iki suret oldu.
Melek, kuş gibi kanatlı olmuş; akıl, kanadı bırakmış, nura bürünmüştür.
3195. Hulâsa ikisinide mânası aynı olduğundan, ikisinin de hakikati bir olduğundan o iki güzel, birbirlerine
arka olmuşlar, birbirlerine yardımcı kesilmişlerdir.
Melek de Hakk’ı bulmuştur, akıl da. Her ikisi de Âdem’ yardımda bulunmuş, her ikisi de Âdem’e secde
etmiştir.
Nefisle Şeytan’sa ezelden bir olduğundan Âdem’e düşmandır, ona hased edip durur.
Âdem’i bedenden ibaret gören ondan kaçmış ona secde etmemiştir. Fakat onu emniyete mahzar olmuş bir
nur olarak gören, karşısında eğildi, secde etti.
Melekle aklın… o ikisinin gözleri Âdem’i görüp nurlandı. Şeytan’la nefsin… bu ikisinin gözleri, Âdem’i ancak
toprak olarak gördü.
3200. Bu anlatışım da işte kara saplanmış eşek gibi kalakaldı. Yahudiye’ye İncil okunamaz ki!
Şia’ya Ömer’den bahsedilebilir mi? Sağırın yanında kopuz çalınabilir mi?
Fakat köyün bir bucağında tek bir adam bile varsa bu hayhuyum kâfidir, o anlatmıştır ya, yeter!
Anlatılması icabeden şeyi taşlar, kerpiçler bile dile gelir de anlayana adamakıllı anlatır!
Allah, göklerden, yerlerden, ârazdan, âyandan ne verdi ve ne
yarattıysa hepsini de ihtiyaca karşılık olarak vermiş, yaratmıştır. Bir
şeye muhtaç olmalı, o ihtiyacı elde etmeli ki Allah ihsan etsin. “ Allah,
bunalan kişinin duasını kabul eder. “ Bunalma, bir şeye hak kazanmış
olmaya şahittir.
Küçücük bir çocuk olan İsa’yı dile getirip konuşturan, Meryem’in derde düşüp niyaz etmesidir.
3205. Meryem’in cüz’ü olan İsa, Meryem’in diliyle değil, kendi diliyle onun yerine söz söyledi. Senin cüz’ünün
cüz’ü de gizlice söz söyler durur.
A kişi, elin, ayağın sana şahit olur. Niceye bir münkirliğe el sunacak, ayak atacaksın?
Anlatılanı anlamaya, söyleneni dinlemeye liyakatin yoksa söz söyleyenin söyleme kabiliyeti seni görür
anlar… yatar, uyur!
Arayan, aradığını bulsun diye yerden ne biterse ihtiyaç sahibi için biter
Allah, gökleri yarattıysa ihtiyaçları gidersin diye yarattı.
3210. Nerede dert varsa deva oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.
Müşkül neredeyse cevap oradadır, gemi neredeyse su orada!
Suyu az ara, susuzluğu elde et de sular yukardan da coşsun, aşağıdan da fışkırsın!
Boğazcağızı nazik yavrucak doğmasaydı onu besleyecek süt nasıl olur da memeden akardı?
Yürü, bu inişlerde, bu yokuşlarda koş da susa hararetlen!
3215. Ey ulu er, ondan sonra havadaki arı(gibi) bulutlardaki ırmakların sesini iç!
İhtiyacın, otlardan, sebzelerden az mı ki suyun önünü keser, sebzelere akıtırsın…
Suyun kulağını çeker, kurumuş nebatlar yeşersin, gelişsin diye o tarafa yürütürsün.
Cevherleri gizli olan can ekinleri için de Kevser suyuyla dolu rahmet bulutları var. Susuz kal, susa da sana “
Onları Rableri sular “ hitabı gelsin…
Allah, doğrusunu daha iyi bilir!
Kâfir karısının, süt emer çucuğuyla Mustafa aleyhisselâm’ın yanına
gelmesi ve çocuğun, Rasûl sallallâhu aleyhi vesellem’in mucizesiyle
İsa gibi dile gelip konuşması
3220. Yine o köyden bir kâfir karısı Peygamber’i sınamak için koşa koşa,
Eşeğiyle beraber yanına geldi, kucağında da iki aylık bir çocuk vardı.
Çocuk, Peygamber’ee “ Allah, sana selâm söyledi Ya Rasûllâllah, sana geldik işte “ dedi.
Anası kızgınlıkla “ Sus be, bu şahadeti kulağına kim üfürdü?
A yumurcak, bunu sana kim söyledi de böyle dilin açıldı, söyleyip duruyorsun? “ dedi.
3225. Çocuk dedi ki: “ Evvelâ Allah, sonra da Cebrail! Ben, bu sözde Cebrail’e ahenk uyduruyorum. “
Kadın “ Nerede Cebrail? “ deyince çocuk dedi ki: “ Nah; başının üstünde. Görmüyor musun? Kafanı kaldır
da bir yukarıya bak!
Cebrail, başının üstünde duruyor; bana yüz çeşit delil olmakta! “
Kadın, “ Sahi görüyor musun ? “ dedi. Çocuk dedi ki: “ Evet, başının üstünde ayın on dördü gibi durmakta.
Bana Peygamber’i vasfediyor. Beni, bu suretle bu aşağılıklardan yüceltmede!
3230. Sonra Peygamber, “ Ey süt emer yavru, adın ne? Hadi bunu da söyle de sonra ananın isteğine uy, sus “
dedi.
Çocuk, “ Adım, Allah yanında Abdülâziz, fakat bu bir avuç edepsize göre Abdül Uzzâ!
Halbuki ben sana bu peygamberliği veren Allah hakkı için Uzzâ’dan usanmışım, berîyim! “ dedi.
İki aylık, çocuk, ayın on dördü gibi parlamış, baş köşeye geçen bilgi sahipleri gibi yetişmiş kişilere ders
veriyordu.
Bu sırada çocuğun burnuna da, anasının burnuna da cennetten kâfuru kokusu geldi.
3235. Her ikisi de yaşarsak yine bu mertebeden düşer, kâfir oluruz korkusuyla bunu söylediler ve bu kokuyu
duya duya can verdiler.
Birisini, Allah överse ona cansızlar da yüzlerce kere doğrudur, haktır der, canlılar da!
Birisini koruyan Allah olursa ona kuş da gözcü, bekçi kesilir, balık da!
Tavşancıl kuşunun Mustafa Aleyhisselâm’ın pabucunu kapıp
havalanması ve havada pabucu ters çevirmesi, içindeki kara yılanın
düşmesi
Tam bu sırada Mustafa, yücelerden ezan sesini duydu.
Abdest tazelemek üzere su istedi. O soğuk suyla elini, yüzünü yıkadı.
3240. Ayaklarını da yıkayıp pabuçlarını giymek üzereyken bir kuş gelip pabucunun bir tekini kapıverdi.
O güzel sözlü Peygamber, tam pabucu eline almışken tavşancıl pabucunu elinden kapıvermişti.
Kuş, yel gibi havalandı, pabucu, tersine çevirdi, içinden bir yılan düştü.
Kapkara bir yılandı o… tavşancıl, bu hareketiyle Peygamber’e iyilik etmek istemiş, Allah inayetine sebep
olmuştu.
Kuş, sonra pabucu getirip “ Buyur, namaza git “ diye Peygamber’in önüne koydu.
3245. Âdeta “ Bu küstahlığı zoraki yaptım, yoksa benim de edep ağacından bir dalcağızım var, ben de
haddimce edep erkân nedir, bilirim “ diyordu.
Vay o kişiye ki küstahça adım atar, nefsine uyar da lüzumsuz fetvalar verir!
Peygamber, şükretti de dedi ki: “ Biz, bunu cefa sanıyorduk, halbuki vefanın ta kendisiymiş! “
Pabucumu kaptın, aklım karıştı, canım sıkıldı, sen beni gamdan kurtarıyormuşsun, bense gama düşmüştüm!
Allah, bize bütün gaypları gösterdi ama o sırada gönlüm, kendimle meşguldü! “
3250. Tavşancıl, “ Sen, gafil olmazsın, bu, senden uzak. Ey Mustafa, benim gaybı görmem de sendeki bilginin
aksinden !
Havadayken pabucun içindeki yılanı görmem, kendimden değil, senden aksetti bu bana “ dedi.
Nurlu kişinin aksi de aydındır. Zulmette kalanın aksiyse baştanbaşa külhan kesilir.
Allah kulunun aksi tamamıyla nurdur, yabancının aksiyse tamamıyla körlük!
Ey can, herkesin aksi nedir, bunu bil… dilediğin kişinin yanında otur!..
Bu hikâyeden ibret alış şüphesiz olarak her güçlüğün bir kolaylığı
olduğunu biliş
3255. Ey can o hikâye, Allah hükmüne razı olasın diye sana ibrettir.
İbret al da kötü bir işe düşünce aklını başına devşir, ye’se düşme, hüsnü zanda bulun!
Başkaları, o hâdiseden korkup sapsarı kesilse bile sen aldırış etme. Fayda, zamanında da, ziyan zamanında
da gül gibi gülmeye bak!
Gülün yapraklarını birer birer koparsan da yine gülmeyi bırakmaz, yine solup gamlanmaz.
Bir dikenden niçin gama düşeyim? Zaten bu gülmeyi diken yüzünden buldum der.
3260. Takdir yüzünden kaybettiğin şeyler, muhakkak senden belâyı giderir… bunu böyle bil!
Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular da dedi ki: Sıkıntı zamanı, gönülde neşe, ferah bulmak!
Allah’nın verdiği mihnet ve cefayı da Peygamber’in pabucunu kapan tavşancıl say.
Tavşancıl, Peygamber’in ayağını yılan sokmasın diye pabucu kaptı, toza, toprağa bulanmamış akla ne
mutlu!
Allah, “ Kaybettiğiniz şeylere eseflenmeyin, hattâ kurt gelse de keçinizi yese bile “ buyurdu.
3265. O belâ, daha büyük belâları defetmek, o ziyan daha dehşetli ziyanları menetmek içindir.
Bir adamın, Musa’dan hayvanların, kuşların dillerini öğrenmeyi istemesi
Musa’ya bir delikanlı dedi ki: “ Hayvanların dillerini öğrenmek istiyorum.
Bu suretle kurdun, kuşun sözlerini duyayım da dinime ait işlerde ibret sahibi olayım.
Çünkü Âdemoğulları’nın bütün sözleri, suya, ekmeğe, şana, şerefe ait.
Belki hayvanların bu dünyadan göçme zamanındaki tedbirleri, bu tedbirler yüzünden başka bir dertleri var!

3270. Musa, “ Hadi efendim, hadi… vazgeç bu hevesten… bunun önünde, sonunda pek çok tehlikesi var.
İbret almayı, uyanmayı Allah’dan dile… kitaptan, sözden, harften, duraktan değil! “ dedi.
Adam, Musa menettikçe kızıştı, üstüne düştü. Zaten insan, bir şey menedildi mi, o şeye haris olur,
büsbütün üstüne düşer!
dedi ki: “ Ya Musa, nurun parlayınca her şey, kadrini, kıymetini, senin sayende buldu.
Beni bu muradımdan mahrum etmek lûtfuna düşmez ey cömert er!
3275. Bu zamanda Allah’nın vekili sensin. Muradımı vermezsen beni meyus edersin. “
Musa, “ Yarabbi, taşlanmış Şeytan, bu sâf adamla alay mı ediyor?
Öğretsem ziyankârlardan olacak, öğretmesem gönlüme bir kötülük gelecek “ dedi.
Allah dedi ki: “ Ya Musa, öğret… çünkü biz, keremimizden hiçbir duayı asla redetmeyiz.
Musa dedi ki: “ Yarabbi, sonra pişman olacak, elini dişleyecek, elbiselerini yırtacak.
3280. Kudret, herkesin harcı değil… aciz, Allah’dan çekinen kişiye sermayedir.
Eli bir şeye erişmeyen, Allah’dan korktu, çekindi, kendisini ibadete verdi… yoksulluk, işte yüzden daima
övünülecek bir şeydir!
Zengin zenginliği yüzünden Allah tapısından rededildi. Çünkü kudreti var; sabrı terk etti, dilediğini
yapıverdi!..
Âcizlik, yoksulluk, insana hırslarla, gamlarla dolu olan nefis belâsından aman verir.
Gam, olmayacak dileklerden meydana gelir. Çünkü gulyabanilere avlanmış olan insan, o olmayacak
dileklere alışmış, onlarla huylanmıştır.
3285. Toprak yiyen, toprak ister; o biçare gülbeşekerden hoşlanmaz, gülbeşekeri hazmedemez! ”
Ulu Allah’dan, Musa’ya dileğinden bir kısmını olsun öğret… diye
vahiy gelmesi
Allah, Musa’ya “ Ya Musa, sen onun dileğini verde elini aç, dilediğini yapsın! “ dedi.
Dileğini yapmak kudreti, ibadetin tuzudur, lezzetidir. Yoksa bu gökyüzü de ihtiyarsız dönüp durmada.
Fakat düşünüşünden dolayı ne bir sevaba girer, ne bir günaha. Çünkü hesap vakti sevap ta ihtiyarî olarak
yapılan işe verilir, azap da!
Zaten bütün âlem Allah’yı tesbik eder… fakat bu zoraki tesbihten, bir sevap elde edilemez.
3290. Erin eline kılıcı ver, onu âcizlikten kurtar, onu kudret sahibi yap da ya gazi olsun, ya yol kesici eşkıya!
Âdem, “ Keremnâ “ sırrına, dilediğini yapabilme kudretiyle erişti… insanların yarısı bal arısı oldu, yarısı yılan!
Müminler, bal arısı gibi bal madeni oldular… kâfirler, yılan gibi zehir madeni!
Çünkü mümin, seçilmiş, helâl otlar yer, tükrüğü bile bal arısı gibi hayat verir!
Kâfire gelince, irin şerbeti içer, gıdasından da zehir meydana gelir!
3295. Allah ilhamına erenler, hayatın ta kendisi kesilirler, hava ve hevesle süslenenler ise ölüm zehiri!
İyilik edenler, ihtiyarlarıyla iyilik ederler, uyanık hareketleriyle kendilerini korurlar da o yüzden övülürler,
takdir edilirler. Cihandaki bu medihler, bu takdirler, hep ihtiyar yüzünden meydana gelir.
Külhaniler, zindanda oldukça Allah’dan çekinirler, zâhit olurlar, Allah’yı anarlar!
Fakar kudret gitti mi amel kesada uğrar… kendine gel de ecel, sermayeyi elden almasın!
Kendine gel… kudretin, kâr elde etmek için bir sermayedir. Kudret zamanını kaçırma, kıymetini bil!
3300. İnsan, “ Kerremna “ kır atına binmiş, ihtiyar dizginini de akıl eline vermiştir.
Musa, tekrar ona şefkatle öğüt vererek “ İsteğin seni mahcup eder, yüzüznü sarartır.
Gel, bu sevdadan vazgeç. Allah’dan kork. Şeytan, seni aldatmış, o sana ders vermiş! “ dedi.
Adam’ın, yalnız kümes hayvanlarıyla köpeğin dillerini anlamaya razı
olması, Musa aleyhiselâm’ın da onun bu muradını yerine getirmesi
Adam, “ Bari hiç olmazsa kapı dibinde yatıp duran, ev bekçiliği eden köpekle kümes hayvanlarının dillerini
öğret.” dedi.
Musa dedi ki: “ Hadi, peki… bu ikisinin dillerini anlayacaksın, yürü git! “
3305. Adam , sabah çağı, bakalım sahiden dillerini öğrendim mi, anlayacak mıyım ki? Diye kapının eşiğinde
beklemekteydi.
Hizmetçi kadın sofra örtüsü silkerken bir lokmacık bayat ekmek düştü.
Ekmek parçasını horoz, hemencicik kapıverdi. Köpek dedi ki: Sen, bize zulmettin.
Buğday tanesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem ki… yerimde, yurdumda bundan âcizim ben.
Sen buğday da yiyebilirsin, arpa da, darı, mısır gibi başka şeyler de… Halbuki ben bunları yiyemem.
3310. Böyle olduğu halde bizim kısmetimiz olan şu bir parçacık ekmeği bile kapıyorsun!
Horozun köpeğe cevabı
Bu sözü duyan horoz, “ Merak etme, Allah sana buna karşılık başka şeyler verir.
Bu ev sahibinin atı sakatlanacak, yarın sabah, adamakıllı doyacaksın, kederlenme.
Atın ölümü, köpeklere bir bayram olacak… çalışıp çabalmadan bir hayli rızık dökülüp kalacak “ dedi.
Adam, bu sözü duyunca derhal atı sattı. Horozun dediği çıkmadı, köpeğe karşı mahcup vaziyette kaldı.
3315. Ertesi günü yine horoz, ekmeği kapınca köpek ağzını açtı, dedi ki:
“ A düzenbaz horoz… bu yalan niceye bir? Niceye bir bu zulümkârlık, bu yalancılık, bu kara yüreklilik?
Hani at sakatlanack dediydin, nerde? Sen, düzenci körün birisin, sözünde hiçbir doğru yok!”
Her şeyden haberi olan horoz, köpeğe “ Atı sakatlandı, sakatlandı ama başka yerde.
Atını satıp ziyandan kurtuldu. Uğrayacağı ziyanı, başkalarına yükletti.
3320. Fakat yarın katırı sakatlanacak, o nimet, ancak köpeklere nasip olacak” dedi
O haris adam, hemencecik katırı da sattı, dertten de kurtuldu, ziyandan da.
Üçüncü günü köpek, horoza dedi ki: “ Ey beyliği davulla dümbelekle ilân edilen yalancılar beyi, hani, nerede
vaadin?”
Horoz, “ Acele katırı da sattı. Fakat yarın kölesi ölecek.
Ölünce de akrabası, yoksullara köpeklere ekmekler dağıtacaklar” dedi.
3325. Adam, bunu duyunca köleyi de satıp ziyandan kurtuldu, yüzü parladı, neşelendi.
Şükürler etmekte, âlemde üç ziyandan da kurtuldum.
Kümes hayvamlarıyla köpeklerin dillerini öğrendim de kötü takdirlerden kendimi kurtardım demekteydi.
Ekmekten mahrum kalan köpek, üçüncü gün “ Ey tek, çift atıp duran herzevekil ve yalancı horoz!
Köpeğe vaat ettiği üç şeyde de yalanı çıkmış olan horozun utanması
Yalanın, düzenin niceye bir sürecek? Sen yalandan başka bir söz söylemez misin?” dedi.
3330. Horoz dedi ki: “ Haşa… ne ben yalan söylerim, ne benim cinsimden olan öbür horozlar. Biz yalandan
yunmuş, arınmışız!
Biz horozlar, müezzinler gibi doğru söyler, güneşi gözetler, vakit geldi mi ki diye bekler dururuz!
Bizi bir leğen altına kapatsalar yine içten içe güneşi gözler, onun nerede olduğunu anlarız.
Velîler, güneşin bekçileridir. İnsanlar içinde Allah sırlarını bilir, anlar onlar.
Allah, bizi namaz vaktini bildirmek üzere Âdemoğluna hediye etmiştir.
3335. İçimizden biri yanılır da vakitsiz öterse o ötüşü ölümüne sebep olur.
Vakitsiz “ Haydin namaza” dememiz, kanımızı mübah eder.
Mâsum olan, yanılmayansa ancak vahye mahzar olan can horozudur.
Kölesini de sattı. Köle satılır satılmaz öldü, alan da iki kat ziyana girdi.
Malını kaçırdı ama iyi bil ki kendi kanına girdi.
3340. Bir ziyana uğramak, birçok ziyanları defedecekti. Cismimiz, malımız, canlarımıza fedadır; canımıza
gelecek belâ, cismimize, malımıza gelir.
Gazaba uğradın mı padişahlara malını verir, başını kurtarırsın.
Fakat iş bilmez cahil misin? Kazaya düşünce padişahtan malını kaçırmaya kalkışırsın.
Horozun ev sahibinin ölümünü haber vermesi
Fakat şimdi de yarınki gün ev sahibi ölecek. Mirasına konan feryat ve figan ederek bir öküz kesecek.
Yarın, adam ölünce sana epeyce yemek düşecek.
3345. Köyde halk da, ilerigelenler de kurban etleri, lalangalar, yemekler yiyecekler.
Yoksullara, köpeklere bir hayli öküz eti, koca koca ekmekler dağıtılacak.
Atın, eşeğin, kölenin ölümü, bu ham mağrura gelecek kazayı defedecekti.
Fakat o, malının ziyan olmasından ve bu yüzden derde düşmesinden kaçtı, malını çoğalttı… çoğalttı ama
kendi kanına girdi!
Dervişlerin bu riyazatları neden? Çünkü cisme verilen o eziyetler, canların bakasına sebep olur.
3350. Salik, ebediliğe erişmese nasıl olur da tenini hastalıklara uğratır, helâk eder?
Ruhu, karşılığında elde edeceği şeyleri görmese insan, elini açar da cömertlik eder, ibadette bulunur mu?
Kâr ummaksızın veren ancak Allah’dır, Allah’dır, Allah!
Yahut da Allah huylarıyla huylanmış olan, nur olan, Allah parıltısını elde eden Allah velîsi.
Çünkü o ganidir, ondan başka herkes yoksul. Bir yoksul, karşılık ummadan al diyebilir, mal verebilir mi?
3355. Çocuk, elmayı görmedikçe kokmuş soğanı elinden bırakır mı hiç?
Bütün alışverişlerde maksat var. Herkes, bir şey elde etmek için dükkânına geçmiş, kurulmuştur.
Yüzlerce güzel matahlar gösterir, gönlünden elde edeceği karşılığı düşünür durur.
Ey din ulusu, bir selâm bile duymazsın ki selâm veren, sonunda yenini, yakanı yakalamasın.
Kardeş, ben halkın ileri gelenlerinden de, geri kalanlarından da tamahsız bir selâm bile işitmedim vesselâm!
3360. Yalnız Allah’nın selâmında bir tamah yoktur… işte o kdar. Sen ev ev, yer yer onu ara, gaflet etme!
Ben ağzı güzel kokan adamın ağzından hem Allah haberini duydum, hem Allah selâmını!
Bu Allah erlerinin selâmını da canla, gönülle kabul eder; Allah selâmını onların selâmından duyar, içerim.
Çünkü onun selâmı da Allah selâmı olmuştur. Çünkü o, kendi varlığını ateşlere atmış, yakmıştır.
Kendi varlığından ölmüş, Allah’yla dirilmiştir. Onun için Allah sırları, iki dudağının arasından çıkıp
durmadadır.
3365. Riyazatta tenin ölümü diriliktir. Bu bedenin eziyet çekmesi ruha ebedîlik verir.
O habis herif de horoz ne diyecek diye kulak vermiş dinliyordu.
O adamın, horozdan ölüm haberini duyunca Musa’ya koşması
Bunları duyunca ateşlenip koşa koşa Musa Kelimullah’ın kapısına dayandı.
Korkudan kapısının toprağına yüz sürmekte, Ey Kelîm, feryadıma yetiş demekteydi.
Musa, “ Yürü, yüzünü yerlere döşe de kurtul. Mademki usta oldun, kuyudan sıçra, çık!
3370. Hadi Müslümanlara ziyan ver, keseni, dağarcığını iki kat doldur.
Ben, sana aynada görünen bu kaza ve kaderi kerpiçte gördüm.
Akıllı kişiye, sonda görülecek şey önceden görünür, gönlüne doğar; bilgisi az kişiye sonunda!” dedi.
Adam tekrar feryat edip dedi ki: “ Ey iyi ahlâklı, lûtfet. Başıma kakma yüzüme vurma.
Ben, iyiliğe lâyık bir adam değilim, ancak öyle hareket edebilirdim… ettim de. Sen, benim liyakatsızlığıma iyi
bir karşılık ver, lûtfet.”
3375. Musa, “ Oğul, şastten bir oktur fırladı, geri gelmesi âdet değildir ki.
Fakat bir iyilikte bulunmak isterim; ölüm zamanı imansız kalmayasın, imanlı ölesin.
İmanını yoldaş edindin mi dirisin… imanla gittin mi ebedîsin” dedi.
Tam bu sırada adamın hali değişti gönülü bulandı, leğen getirdiler.
Bu, yemekten meydana gelen gönül bulantısı değil, ölüm alâmeti! A ham betbaht, kayetmenin ne faydası
var sana?
3380. Dört kişi alıp evine götürdüler. Adamcağızın ayakları birbirine dolaşıyordu.
Musa’nın öğüdünü dinlemiyor, halifelikte bulunuyorsun ha… Fakat kandini çeliği sağlam bir kılıcın üstüne
atıyorsun!
Kılıç, senin canını alıverir, hiç utanıp sıkılmaz. Kardeş, bu senin lâyığındır, lâyığın!
Musa’nın, o adamın imanla ölmesi için duası
Musa, o seher çağı duaya başladı: “ Yarabbi, sen, onun imanını alma.
Padişahlıkta bulun, bağışla onu… o yanılmış, şaşırmış, haddini bilmemiş, haddinden fazla ileri gitmiş!
3385. Bu bilgi, senin harcın değil dedim ama sözümü anlamadı. Başımdan savuyorum sandı.
Sopasını ejderha yapabilen kişi ejderhaya el atabilir.
Dudağını yumup söylemeyen, sırrı gizleyebilen, gayb sırrını öğrenebilir.
Su kuşundan başka kuş denize atılmaz, artık anlayıver… doğrusunu Allah daha iyi bilir.
O da suda yaşayan kuş olmadığı halde denize atıldı, boğuluyor… ey merhametli Allah, sen elini tut! “
Ulu Allah’nın Musa aleyhisselâm’ın duasını kabul etmesi
3390. Allah dedi ki: “ Peki… imanını bağışladım. Hattâ dilersen şimdi dirilteyim de…
Değil yalnız onu, hatırın için bütün ölüp gömülmüş olanları diriteyim.
Musa, “ Yarabbi, bu dünya ölümlü dünyadır. Sen, onu aydınlık âlemde dirilt.
Bu fena dünya, varlık dünyası değil. Sonunda yine ölecek değil mi… âriyet dirilmede ne fayda var?
Sen, şimdi onlara, gözlerden gizli olan “ Ledeyna muhdarun “ yurdunda rahmet saç! “ dedi.
3395. Ey insan, cisim ve mal ziyanı, cana faydadır canı vebalden kurtarır.
Sen de riyazata canla, başla müşteri ol. Tenini riyazata verdin mi canını kurtardın demektir.
Ey bahtı yaver kişi, gönlüne ihtiyatsız riyazat isteği gelirse secdeye baş koy, şükranelikler ver.
Mademki Allah, o riyazat isteğini verdi, şükürler et. O istek, sana kendiliğinden gelmedi, seni “ Kün “
emriyle riyazata çekti.
Çocuğu yaşamayan kadının ağlayıp inlemesi, “ Bu, senin riyazatına
karşılıktır, senin için, mücahitlerin cihadına mukabildir “ diye cevap
gelmesi
Bir kadın vardı, her yıl bir çocuk doğururdu. Fakat çocuk, altı aydan fazla yaşamazdı.
3400. Üç aylıkken, yahut dört aylıkken ölür giderdi. Kadın feryad ederek dedi ki: Yarabbi,
Bu çocuklar, bana dokuz ay yük oluyor, üç aycağız da ferahlık veriyor. Bana verdiğin nimet eleğisağmadan
da tez geçip gidiveriyor! “
Allah erlerine ağlayıp yalvarmakta, çocuklarının ölümünden şikâyet etmekteydi.
Bu suretle tam yirmi oğlu öldü, ciğerine bir yaman ateştir düştü.
Nihayet bir gece o kadına rüyasında yemyeşil güze, kusursuz, ebediyet yurdunu, cenneti gösterdiler.
3405. Keyfiyete sığmayan nimete cennet dedim. Bağ bahçe dedim. Çünkü orası, nimetlerin de aslıdır,
bağların, bahçelerin de toplandığı yer.
Yoksa ne bağı? Orada öyle şeyler var ki gözler görmemiştir.
Bu ancak misaldir, onun misli değil. Bu misal de anlamaktan âciz olan bir koku alsın, anlasın diye getirilir.
Hulâsa kadıncağız, cenneti görüp mest oldu. O teselliye uğrayınca elden çıktı, kendinden geçti!
Kçşkün birinde adının yazılı olduğunu gördü, o âşık orasını kendinin sandı.
3410. Sonra ona dediler ki: “ Bu nimet, canını feda etmede doğru olan ve bu fedakârlıkta doğruluktan
ayrılmayan kişinindir.
Bir hayli hizmet etmek gerek ki sen de bu kuşluk kahvaltısından yiyesin!
Fakat sen, Allah’ya sığınmada tembellik ediyorsun. Allah da ona karşılık olarak sana o musibetleri verdi. “
Kadın, “ Yarabbi, yüzyıl, hattâ daha fazla bir müddet benden kan dök, evlâtlarımı öldür… razıyım “
Yavaş yavaş, adım adım o bahçeye girince bütün çocuklarını orada gördü de,
3415. Dedi ki: “ Yarabbi, ben kaybettim ama sen kaybetmemişsin! “ Evet… insan, gaybi gören göze malik
olmadıkça insan olamaz.
Sen istemezsin, sebep olamazsın ama burnun kanar, bir hayli de kan akar… derken ateşin geçer,
kurtulursun.
Her meyvanın içi, kabuğundan iyidir. Teni de kabuk, sevgiliyi iç bil!
İnsan, pek lâtif bir içe maliktir. İnsansan bir an olsun onu ara!
Allah razı olsun, Hamza’nın savaşa zırhsız girmesi
* Peygamber’in amcası Hazma, gençlik çağında savaşa daima zırh giyerek girerdi.
Son zamanlarındaysa savaş saflarına zırhsız olarak katılır, sarhoşça savaşa atılırdı.
3420. Göğsü açık, vücudu çıplak oalarak kendini kılıçlara atardı.
Halk, “ Ey Peygamber’in amcası, ey saflar yaran aslan, ey erlerin padişahı.
Allah buyruğunda “ Nefislerinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın “ emrini okumadın mı ki?
Peki, neden kendini böyle bir savaş esnasında tehlikeye atıyorsun?
Gençken, iri yapılı ve kuvvetliyken saflara zırhsız katılmazdın.
3425. Şimdi ihtiyarladın, zayıfladın, belin büküldü… öyle olduğu halde hiçbir şeye aldırış etmez oldun.
Her şeye boş veriyor; bir kılıç ve bir mızrakla savaşa atılıyor, âdeta kendini sınıyorsun.
Kılıç, ihtiyara hürmet etmez. Hiç kılıçla okun aklı, temyizi olur mu? “ dediler.
O bîhaberler, Hamza’nın kaydına düşüyorlar, gayretlerinden ona bu çeşit öğütler veriyorlardı.
Hamza’nın halka cevap vermesi
Hazma dedi ki. “ Gençken ölümü, bu dünyaya vedâ etme tarzında görürdüm.
3430. Kim ölüme isteyerek gider? Kim ejderhanın karşısında soyunur?
Fakat şimdi Muhammedin’in nuruyla bu fâni şehre zebun değilim ki.
Duygudan hariç olan ve halk nuru askeriyle dolu bulunan padişah ordugâhını görmekteyim,
Çadırlar, çadırlara geçmiş, çadır direklerinin ipleri, iplere sarılmış… şükürler olsun ki Allah, beni uykudan
uyandırdı.
Ölüm, kimin nazarında tehlikeyse “ Tehlikeye atılmayın “ emri de onadır.
3435. Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa ona… “ Haydin, çabuk olun “
hitabı gelir.
Ey ölümü görenler, uzaklaşın… ey haşri, dirilmeyi görenler, çabuk olun!
Ey lûtuf görenler, ferahlanın, sevinin… Ey kahır görenler, bu bir belâdır, gamlanın!
Ölümü, bir Yusuf gören, canını feda eder, kurt olarak görense yolunu sapıtır!
Oğul, herkesin ölümü, kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!
3440. Ayna Türke nazaran güzel renktedir. Zenciye nazaran o da Zencidir.
Ey can, aklını başına devşir… Ölümden korkup kaçarsın ya… doğrucası sen, kendinden korkmaktasın.
Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün, canın ağaca benzer… ölüm, yaprağıdır.
İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir, kötüyse de. Hoş, nahoş… gönlüne gelen bir şey, senden senin
varlığından gelir.
Bir dikenle yaralanmışsan o dikeni sen dikmişsindir. Atlas olsun, ipek olsun, ne giymişsen kendin
eğirmişsindir.
3445. Bil ki iş, ona verilen karşılıkla aynı renkte olmaz. Hiçbir hizmet, o hizmete mukabil verilen şeyle bir
renkte değildir.
Ücret alnaların ücreti, yaptıkları işe benzemez. Çünkü o iş ârazdır, buysa cevher ve ebedî.
İş, güçlükten, zordan, alın terinden ibarettir; buysa gümüştür, altındır, tabaklarla verilen ihsandır.
Sana bir yerden bir töhmet gelse, mutlaka zulmettiğin birisi mihnete düşmüş, beddua etmiştir.
Ama sen dersen ki ben bir şey yapmadım, kimse hakkında bir töhmette bulunmadım.
3450. Fakat başka çeşit bir günah etmişsindir. Tohum ektin, nasıl olur da meyve vermez?
Zina edene yüz sopa vururlar da zinâkâr, ben kimseyi dövmedim ki der.
Fakat bu belâ, bu dövüş, o zinanın cezası değil mi? Ama sopa, gizli bir yerde edilen zinaya nasıl benzer?
Ey Kalîm, yılan hiç sopaya benzer mi? Ey hakîm, dert, devaya benzer mi ?
Sen de o sopa yerine meninin nasıl döktün de o meni, güzelim bir şahıs oldu?
3455. O menin, bir dost oldu, yahut bir yılan kesildi. Asâ’nın yılan olduğuna şaşıyorsun değil mi? Fakat buna
daha ziyade şaşmak icabetmez mi?
Hiç meni, o çocuğa benzer mi ? Hiç şeker kamışı, şekere benzer mi?
Adam, bir rükû, yahut sücud etti mi onun rükû ve sücudu, o âlemde bağ, bahçe olur.
Ağzından Allah’ya bir övüş utçumu tan yerini ağartan Allah, o övüşü bir cennet kuşu yapar.
Kuşun menisi de yeldir, havadır ama senin Allah’yı övüşün, Allah’yı tesbih edişin, hiç de kuşa benzemez.
3460. Yoksullara ihsanda bulundun, zekât verdin, elinle bir hayırda bulundun mu o âlemde bu hayır, ağaçlık,
çayırlık, çimenlik olur.
Sabır suyun, cennetteki nehirler… cennetin süt ırmağı, sevgin, aşkındır.
İbadetten zevk alman, bal nehri, Allah aşkıyla sarhoş olman, şevk duyman şarap ırmağıdır.
Bu sebepler, o eserlere benzemez. Fakat Allah, nasıl oldu da bu sebeplerin yerine o eserleri getirdi? Kimse
bilmez.
Bu sebepler, dünyada nasıl senin ihtiyarınla, senin fermanınla meydana geldiyse o dört ırmak da ahrette
şüphe yok, senin fermanına tabi olur.
3465. Onları ne tarafa dilersen akıtırsın. Sebepleri nasıl tasarruf ettiysen onları da öyle tasarruf edersin.
Menin nasıl sana tabiyse meniden gelen soy sop da derhal senin emrine girer, sana tabi olur.
Oğlum, senin buyruğunla koşar, yürür… ben senin cüz’ünüm, beni anamaın karnında rehin olarak bırakan
sendin, der.
O sıfat, bu âlemde senin emrindeydi. Cennette de o ırmaklar senin emrindedir.
Cennetteki ağaçlar, senin fermanına tabidir, çünkü o ağaçlar, senin sıfatlarından yeşerdi, meyve verdi.
3470. Bu sıfatlar, burada nasıl senin emrine tabiyse onlara karşılık olan şeyler de orada senin emrine tabidir.
Bir mazluma karşı elinden bir zulüm çıktımı o zulüm bir ağaç olur, o ağaçtan zakkum biter.
Kızgınlıkla gönüllere ateş saldın mı cehennem ateşinin aslı oldun gitti.
Ateşin burada nasıl adamlaraı yakarsa ondan meydana gelen eser de orada seni yakar.
Kızgınlığın ateşin adamlara saldırmakta ya… ondan meydana gelen ateş de adamlara saldırır.
3475. O yılana, akrebe benzeyen sözlerin yılan ve akrep olur da seni kuyruğundan yakalar.
Velîlere uymadın, onları bekletip durdun, orada da kıyamet gününün beklenmesi san yâr olur, bekler
durursun.
Hele yarın, hele öbür gün diye vaat eder, Allah’ya dönmeyi sallar durursun ya… İşte bu bekleyiş,
mahşerdeki beklemendir, vay sana!
O uzun günde hesap için, canlar yakan güneşin altında bekler kalırısn…
Çünkü sen dünyada göğü de, göktekileri de elbette yola girerim tohumunu eke eke beklemiştin!
3480. Kızgınlığın, cehennem ateşinin tohumudur. Kendine gel de şu cehennemini söndür, çünkü o bir
tuzaktır.
Bu ateşi ancak nur söndürebilir. Cehennem mümine “ Nurun ateşimizi söndürdü “ der… Allah’ya şükürler
olsun!
Nura sahip olmadığın halde yavaşlık, mülâyimlik gösterirsen bu kötü bir şeydir. Çünkü ateşin sönmemiştir,
küllenmiştir.
Bu hal, bir tekellüftür. Aklını başına al, ateşi din nurundan başka bir şey söndürmez.
Din nurunu görmedikçe emin olma… çünkü gizli ateş, bir gün olur ortaya çıkar.
3485. Nuru bir su bil, suya yapış… suyu elde ettin mi ateşten korkma!
Ateşi su söndürür. Çünkü ateş, huyu muktezası suyun soyunu, sopunu, oğullarını, ( yani ağaçları, otları)
yakar, yandırır!
Birkaç günceğiz o su kuşlarının yanına git de seni Abıhayata ulaştırsınlar.
Kara kuşuyla su kuşu, suret bakımından birdir ama suyla yağ gibi hakikatte birbirine zıttır,
Bunlar, birbirlerine benzerler ama her biri, kendi aslına kuldur, köledir. Dikkat ve ihtiyatla hareket et.
3490. Nitekim vesveseyle Elest deminin vahyi… her ikisi de duyguyla değil, akılla anlaşılır; fakat aralarında
fark var.
Her ikisi de gönül pazarının tellâlıdır, her ikisi de matahlarını över, durur.
Gönül sarrafıysan fikrini anla, gönlüne geleni bil de esir tellâlı gibi bu iki fikri birbirinden ayırtet.
Eğer şüpheye düşüyor ve iki fikri ayırt edemiyorsan “ Aldatmaca yok “ de; acele etme, koşma!
Alışverişte aldanmamanın çaresi
Bir dost, Peygamber’e “ Ben alışverişte daima aldanıyorum.
3495. Bir şey satan, yahut alan kişinin hilesi sanki sihir… gelip benim yolumu kesiyor “ dedi.
Peygamber dedi ki: “ Alışverişte aldanmaktan korkuyorsan alacağın şeyi üç gün muhayyer olarak al.
Çünkü şüphe yok, yavaş iş Rahman’dandır. Acele edşinse melûn Şeytan’dan. “
Önüne bir lokma atsan köpek bile köpekliğiyle önce koklar da sonra yer a ihtiyatlı adam!
O burnuyla koklar, biz aklımızla koklarız. Hele bir bak, demek ki biz de her şeyi inceleyen aklımızla
kokluyoruz.
3500. Allah bile bu yerlerle gökleri yavaşlıkla ve tam altı günde yarattı. Yoksa “ Kün “ der demez yerler de
olurdu, gökler de; Allah, buna kadirdi. Hattâ bir emreder etmez yüzlerce yer gök yaratabilirdi.
Allah bütün kudretiyle beraber insanı, yavaş yavaş ve tam kırk yılda kemal sahibi eder.
Bir anda yokluktan elli kişiyi uçurup bu âleme getirmeye kadirdi ama.
İsa, bir dua ile hemencecik ölüyü diriltir de
3505. İsa’yı yaratan, insanları bir anda yaratmaya kadir değil midir? İsa’ya nazaran kudreti, kat kat üstün mü
değil,
Dilediğin şeyi yavaş yavaş, fakat sağlam bir halde yapman lâzım… İşte bu yavaşlık, sana bunu öğretmek
içindir.
Daima akıp duran küçük bir dere ne pislenir, ne kokar.
Bu yavaşlıkla insan, ikbale, devlete erişir. Yavaşlık, yumurtadır, devlet de kuşlara benzer.
A inatçı adam, kuş hiç yumurtaya benzer mi *
Ama yumurtadan çıkar ya!
3510. Sen de davran da cüz’ülerin, yumurtalarından kuşlar çıkarsın.
Yılan yumurtası da serçe kuşu yumurtasına benzer, fakat aralarında ne fark var?
Armut da elmaya benzer, benzer ama aralarında farkları bil ey yüce kişi!
Yapraklar da bakılınca bir renktedir. Fakat meyveleri çeşit çeşittir.
Yapraklara benzeyen bedenler de birbirine benzer… benzer ama herkes bir iş için yaratılmıştır.
3515. Halk yolda her bir tarzda yürür durur; fakat birisi zevk içinde, öbürü dertli, kederli!
İşte tıpkı bunun gibi ölürken de aynı çeşit ölürüz ama yarımız ziyan içindedir, yarımız padişah!
Allah razı olsun, Bilâl’in neşeyle ölümü
Bilâl; zayıflıktan hilâle dönmüş, yüzüne ölüm rengi çökmüştü.
Karısı görüp “ Ah, bu ne elem, bu ne keder “ dedi. Bilâl, “ Hayır hayır… bu ne zevk, ve ne neşe,
Şimdiye kadar hayattan elem duymaktaydım, ölüm nasıl bir zevktir, nedir, nedir? Sen bununebileceksin?”
3520. Demekte, bu sözleri söylerken de yüzünde nerkisler, güller, lâleler açılmaktaydı!
Yüzünün parlaklığıyla nurlu gözleri, sözünün doğruluğuna şahadte ediyordu.
Her gönlü kara adam onun yüzünü simsiyah görürdü ama o, insanların gözbebeğiydi, neden gözbebeği de
siyah?
Yüzü kara olanlar, hakikati görmeyenlerdir. İnsanların gözbebeği olan adam ise ayın aynasıdır.
Zaten dünyada can gözüne sahip olanlardan başka, senin gözbebeğini kim görebilir ki ?
3525. Onu, gözbebeği haline gelenelerden başka kimse göremeyince artık ondan başka kim, onun rengini
görüp anlar?
İnsanların gözbebeği olan kişiden başka herkes, mertebesi yüce insanın sıfatlarını taklideder. Hakikatı
bilmez.
Karısı “ Ah ayrılık, ah ayrılık “ deyince Bilâl, “ Hayır, hayır… vuslat, vuslat!” dedi.
Karısı “ Bu gece gurbete gidiyorsun… soyunun sopunun gözlerinden kaybolacaksın “ dedi.
Bilâl dedi ki: “ Hayır, hayır… bu gece ruhum, gurbet elinden vatanına ulaşacak! “
3530. Karısı, “ Gayri senin yüzünü nerede göreceğiz biz? “ dedi. Bilâl dedi ki: “ Allah haslarının halkasında!
Başını kaldırır da –aşağıya değil- yukarıya bakarsan Allah haslarının halkasını görürsün.
Yüzük taşının yüzüğe nur saçtığı gibi Âlemlerin Rabbi de o halkayı nurlandırıp durmaktadır! “
Karısı, “ Yazıklar olsun, bu ev yıkıldı artık “ dedi. Bilâl dedi ki: “ Buluta bakma, aya bak! “
Akrabam kalabalık, ev de küçük… Allah, daha mamur bir hale getirmek için yıktı!
Bedenin ölümle harap olmasındaki hikmet
3535. Ben evvelce sıkıntılar içinde hapis olmuş adama benzerdim, şimdi ruhumun nesli doğuyu da kapladı,
batıyı da.
Bu kuyuya benzeyen evde bir yoksuldum, şimdi padişah oldum, padişaha bir köşk, bir saray lâzım!
Padişahlar, köşklerde, saraylarda otururlar, ölüye yurt olarak bir mezar kâfi!
Peygamberlere bu dünya dar geldi de padişahlar gibi Lâmekân âlemine gittiler.
Kalbi ölmüş kişilereyse bu dünya nurlu göründü. Görünüşü büyük, geniş… fakat hakikatte dar!
3540. Dar olmasaydı bu feryat neden? Baksana… daha evvel doğup bu âleme gelenlerin hepsi iki büklüm
oldu!
İnsan, uyku zamanında bak, nasıl azat olmakta… ruh, o vardığı, ulaştığı mekândan nasıl neşelenmekte.
Zâlim, zulüm tabiatından kurtuluyor, zindandaki mahpus, hapse düştüğünü, hapiste bulunduğunu unutuyor.
Pek geniş olan bu yer, bu gök devenin çökeceği zaman pek daralmakta.
Bu dünyanın genişliği, bir gözbağı… oysaki pek dar. Gülmesi ağlamaktan ibaret, övünmesi ardan, ayıptan
başka bir şey değil.
Dünya, görünüşte geniş, hakikatte dardır, uyku da bu darlıktan
kurtulmaya benzer
3545. Hamam kızıştı, ısındı mı daralırsın, için sıkılır.
Oysaki hamam geniştir, uzundur. O hararetten sana dar gelir, ruhun sıkılır, usanırsın.
Dışarı çıkmadıkça gönlün açılmaz peki… mekânın genişmiş ne fayda?
Yahut da meselâ dar bir ayakkabı giyersin de geniş bir ovada yürürsün.
Fakat o geniş ova, sana öyle daralır ki… o ova o sahra sana âdeta zindan kesilir.
3550. Seni uzaktan gören ovada bir lâle gibi açılmış der.
Bilmez ki sen, zâlimler gibi görünüşte gül bahçesindesin, fakat ruhun, feryat edip duruyor!
Uyuman, o dar ayakkabıyı çıkarmana benzer. Uykuda bir müddet ruhun, bedenden kurtulur.
Azizim, uyku, Allah velîlerinin malı, mülküdür… dünyadaki Eshabı Kehif gibi!
Uyumadıkları halde rüya görürler, görünürde bir kapı yoktur, yokluğa giderler!
3555. Ev dar. Ruh bu daracık evde eli, ayağı çarpılmış gibi iki büklüm. O evi, padişahların sarayları
genişletmek, mamur bir hale koymak için yıkar.
Ben de ana rahminde iki büklüm oldum. Dokuz ay doldu, artık buradan göçmem gerek!
Anamı doğum ağrısı tutmasa bu zindanda ateş içinde kalırım.
Bir anaya benzeyen tabiatın da kuzu, koyundan doğsun diye ağrıya düşüyor, bu ağrı, doğum yolunu açıyor.
Ey tabiat, rahmini aç… kuzu büyüdü, çıksın da o yemyeşil ovada yayılsın, otlasın artık!
3560. Doğum ağrısı, gebeye bir derttir ama çocuk için zindanın yıkılması gibidir.
Gebe, ne yapayım, nereye sığınayım? Diye ağlar… çocuk kurtuluş vakti geldi diye güler!
Göğün altındaki analar ( ateş, yel, su, toprak) la cansız şeyler, canlı mahluklar, nebatlar. Hulâsa ne varsa,
Hepsi, birbirlerinin derdinden gafildir. Yalnız bilen ve kemale sahip olan kişiler, bunların dertlerini bilir.
Kösenin, başkalarının evinde olanları bildiği kadar kabasakal, kendi evindekini bilemez.
3565. Amca, sen, kendi halini bilmezsin… fakat gönül sahibi yok mu… senin halini o bilir işte!
Gaflet, dert, tembellik ve gönül karanlığı gibi ne varsa hepsi de yere
mensup ve aşağılık bir şey olan tenden ileri gelir
Gaflet, tenden ileri gelir. Ten, ruh oldu mu artık şüphesiz bir halde bütün sırları görür.
Gök boşluğundan yeryüzü kalktı mı ne benim için gece ne gölge kalır, ne senin için.
Nerede bir gölge, gece, yahut gölgelik varsa yerdendir; göklerden aydan değil!
Duman, kıvılcımlar saçan ateşten meydana gelmez, daima odundan meydana gelir.
3570. Vehim, hataya düşer, yanılabilir. Fakat, akıl, mutlaka isabet eder, yanılmaz.
Her ağırlık, her yorgunluk, tenin muktezasıdır. Cansa hafifliği yüzünden uçup durur.
Kırmızı beniz kanın çokluğundandır, sarı yüz safranın oynamasındandır.
Ak beniz, balgamın kuvvetindendir, sevdadan da beniz kararır.
Hakikatte eserleri halk eden odur. Fakat kışırda kalan, yalnız zâhiri gören, ancak sebepleri görebilir!
3575. Derilerden ayrı olmayan, sebeplerden kurtulmamış olan akıl, ne illetlerden kurtulur, ne doktordan fayda
görür!
Âdemoğlu, ikinci defa doğdu mu ayağını sebeplerin başına kor.
Artık, onun dini illet-i ûlâ değildir. Cüz’i illet de ona bir zarar veremez.
O, doğruluk geliniyle ufuklarda uçup durur; sureti de ona ancak bir duvaktır.
Hattâ ufuktan da dışarıdadır, göklerden de. Ruhlar ve akıllar gibi mekânsız bir âlemdedir.
3580. Hattâ akıllarımız bile onun gölgesidir: akıllarımız bile gölgeler gibi onun ayağına düşer.
Müctehit, nassı görür, tanırsa herhangi bir hükümde artık kıyası düşünmez ki.
Fakat bir şeyde nas yoksa orada kıyasa girişir, kıyastan ibret alır, kıyasla hüküm verir.
Nasla kıyası benzetiş
Nassı Ruhulkudüs’ün vahyi bil, Aklı cüz’inin kıyası, bundan aşağıdır.
Akıl, canla idrak sahibi olmuş, canla aydınlanmıştır. Ruh, nasıl olur da aklın tasarrufuna girer?
3585. Fakat ruh, akla tesir eder de akıl, o tesir altında tedbire girişir.
Ruh, Nuh’u tasdik ettiği gibi seni de tasdik etti, senin emrine de tabi olduysa nerede deniz, nerede gemi,
nerede Nuh tufanı?
Akıl, eseri ruh sanır ama güneşin nuru güneşin cirminden büsbütün ayrıdır.
O yüzden salik, ruhun nurundan aslına ulaşmak için bir lokma ekmeğe kanaat etti.
Çünkü aşağılara vuran nur, gece gündüz daimî değildir ki… geçer gider.
3590. Fakat nurun aslına ulaşıp orada yurt edinen kişi, daima o nura garkolmuştur.
Ne bulut yolunu keser, ne nuru gurub eder. O, artık ayrılıktan kurtulmuş, güzelleşmiştir.
Bu makama eren kişinin aslı, ya göklerdendir. Yahut topraktır da topraklıktan tamamıyla çıkmıştır.
Çünkü bu güneşin şuaı daimî olarak dursa toprağa mensup olan tahammül edemez ki…
Güneşin ziyası daima toprağa vurup dursa toğrağı öyle bir yakar ki yeryüzünde hiçbir verim kalmaz, hiçbir
meyve bitmez.
3595. Daima suda kalmak balığın hrcıdır. Yılan, nereden balıkla yoldaşlık edebilecek?
Fakat dağlarda öyle düzenbaz yılanlar vardır ki bu denizde balıklık etmeye kalkışırlar.
Hileleri halkın aklını başından alırsa da denizden nefretleri, nihayet kendilerini rezil eder gider.
Bu denizde de öyle hünerli balıklar vardır ki yılana bile sihir yapar, balık haline koyarlar.
Ululuk denizinin dibindeki balıklara deniz, sihri helâl öğretmiştir.
3600. Olmayacak şey, onların himmetiyle olur. Pis, oraya vardı mı tertemiz olur, kutlu bir hale girer.
Bu sözü kıyamete kadar söylesem, bu bahsi kıyamete kadar uzatsam bitmez… yüzlerce kıyamet kopar,
geçer de yine bu bahis tamamlanmaz.
Şeyhin dilinden hikmetler coşunca müritlerle dinleyenlerin takınmaları
lâzım olan edep ve terbiye
Bu sözlerim, insanlara bir tekrarlamadır, ama bence tekrarlanan, tazelenip uzayan bir ömürdür.
Mum, birbiri üstüne çıkan kıvılcımlarla yanar, alevlenir. Toprak, birbiri üstüne vuran ziyalarla altın haline
gelir, parlar.
Binlerce istekli olsa da bir de usanan kişi bulunsa elçi, elçilik yapmak istemez, gönlü soğur.
3605. Bu sır söyleyen gönül elçileri, İsrafil huylu dinleyici isterler.
Padişahlar gibi azamet sahibidir bunlar. Cihan halkından kulluk isterler.
Huzurlarında edebe riayet etmedikçe elçiliklerinden nesıl faydalanabilirsin?
Önlerinde iki büklüm eğilmedikçe o emaneti sana verirler mi hiç?
Onlarca öyle her edep, her terbiye de beğenilmez. Çünkü onlar, ulu bir tapıdan gelmişlerdir.
3610. Onlar yoksul değiller ki ettiğin hizmetlere karşı teşekkür etsinler, minnet altında kalsınlar a müzevir!
Fakat ey gönül, bunca rağbetsizliğie rağmen sen yine padişahın sadakasını saç, esirgeme!
Ey gökyüzünün elçisi, sen usananlara bakma, atını sıçratadur, oynatadur!
Ne mutludur ki o Türk ki savaşa girişir, dayanır da atını ateşler dolu hendeğe bile sürer, ateşler dolu
hendekten bile sıçratır…
Atını öyle sürer, öyle şahlandırı ki gökyüzüne çıkmaya kalkışır.
3615. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar. Her şeyden gözünü yummuştur; ateş gibi kuruyu da
yakmıştır, yaşı da.
Yaptığı işten bir pişmanlık duyar ve bu pişmanlık ona bir ayıb olursa o, önce pişmanlığa ateş salar, yakıp
yandırır.
Zaten adam, bir işte ayak diredi mi hiç yoktan pişmanlık meydana gelmez ki!
Her hayvanın, düşmanının kokusunu duyup çekinmesi, kendisinden
çekinilmeye, kaçmaya, karşı koymaya imkân bulunmayan birisiyle
düşmanlığa kalkışan adamın ziyankârlığı
At, aslanın sesini de tanır, kokusunu da duyar. Hayvandır ama düşmanını bilmemesi, duymaması pek
nadirdir.
Hattâ zaten yalnız at değil, her hayvan, düşmanını, nişanından, eserinden tanır , bilir.
3620. Yarasacık gündüz uçamaz, hırsızlar gibi geceleyin çıkar, yayılır.
Hayvanlardan hepsinden daha mahrum hayvan yarasadır. Meydanda ki güneşin düşmanıdır o.
Fakat ne ben senin düşmanınım diye güneşe karşı koyabilir, ne nefretiyle onu uzaklaştırabilir!
Güneş, yarasanın derdine, kahrına bakıp yüzünü döndürse, gizlense bu,
Güneşin son derece lûtfuna, güneşin en üstün bir kemale sahip bulunuşuna delâlet eder. Yoksa hiç yarasa
güneşe mâni olabilir mi?
3625. Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık edebileceğin birisiyle savaş ki onu esir edebilmek mümkün olsun.
Karta, denizle nasıl savaşa girişebilir? Girişirse aptaldır, kendi saçını, sakalını yolar.
Hilesi, saçından sakalından ileri gidemez ki. Nasıl olur da ayın odasındaki perdeyi yırtabilir?
Güneşe düşmanlık eden şu azara uğrar: Ey güneşin güneşine düşman olan,
Sen öyle bir güneşe düşmansın ki onun ışığından güneş de titremektedir, yıldız da!
3630. Sen, onun düşmanı değilsin, kendinin düşmanısın. Sen odun olsan ateşe ne gam, o ne yapsın?
Ne şaşılacak şey… hiç senin yanışınla onun ışığı, onun harareti azalır mı? Yahut da hiç sen yanıp
yakılıyorsun diye gamlanır mı?
Onun merhameti, insanın merhametine benzemez. Çünkü insanın acımasında bir dert, bir elem vardır.
Mahlûkun acıması elemle karışıktır. Allah’nın rahmetiyle dertten de paktır, elemden de.
Babam, Allah rahmetini şöyle bil: O rahmet, vehme bile sığmaz, yalnız eseri görünür.
Bir şeyi misal ve taklitle bilmekle o şeyin hakikatını bilmek arasındaki fark
3635. Onun rahmet eserleriyle rahmet meyveleri meydandadır. Fakat onun mahiyetini ondan başka kim
bilebilir?
Kemal vasıflarının mahiyetleri, yalnız eser ve misalleriyle bilinir. Bundan başka bir tarzda kimsecikler
bilemez.
Çocuk çiftleşmenin mahiyetini bilemez ki… helva, yok mu… işte onun gibi lezzetlidir dersen o başka.
Fakat ey taklide yapışmış adam, çiftleşmede ki lezzet, helvada ki lezzete benzer mi? O nerede, bu nerede?
Fakat sen çocuk gibisin de o akıllı adam, sana güzellikle o misali getirdi.
3640. Çocuk da işin mahiyet ve hakikatini bilmese bile misalle anlar hiç olmazsa.
Bu misalden sonra ben, bunu biliyorum desen yanlış olmaz, doğrudur… fakat bilmiyorum desen sözün yine
yalan ve uydurma olmaz.
Birisi “ Nuh’u o Allah elçisini, o ruh nurunu biliyor musun ?” dese,
Sen de “ Nasıl bilmem o ay yüzlüyü? Güneşten de meşhurdur, aydan da.
Küçücük çocuklar bile onu Tarih kitaplarında okuyorlar… hocalar, bütün mihraplarda söylüyorlar.
3645. Kuran’da adı açıkça okunuyor. Geçmiş zamanlarda ki macerası fasih bir surette anlatılıyor” desen.
Doğru söylüyorsun, sana Nuh’un mahiyeti keşfedilmediyse de onu sana söylediler, övdüler: Sen de
naklediyor, onu övüyorsun.
Fakat desen ki: “ Ben Nuh’u ne bileyim? A yiğit, onu onun gibi bir er bilir.
Ben topal bir karıncayım, fili ne bileyim? Bir sivri sinek, İsrafil’i nereden bilecek?
Bu söz de doğru… çünkü mahiyet bakımından Nuh’u bilmezsin ki.
3650. Mahiyetleri anlamaktan âciz olmak, halkın halidir ama bu sözü istisnasız söyleme.
Çünkü mahiyetlerle onların sırrının sırrı, kâmillerin gözü önünde apaçıktır.
Varlık âleminde Allah’nın sırrından Allah’nın zatından daha ziyade anlayıştan uzak ve bir görüşe sığmaz ne
var?
O bile mahremlerden gizli kalmazsa artık bir şeyin mahiyeti bir şeyin vasfı nedir ki gizli kalsın?
Akıl, bir bahiste bu olmayacak şey, akıldan uzak tevile sığmaz, olmayacak şeyi dinleme der.
3655. Kutup da, sana der ki “ A düşkün, anlayışından üstün gördüğün şeylere olmayacak şey diyorsun.
Şimdi sana keşf olan vakalar da sana evvelce olmayacak şeyler görünmüyor muydu?
Allah, keremiyle seni on tane zindandan kurtarmışken bu Tih ovasını kendine sitem hapishanesi yapma!”
Nisbet ve zâhiri ihtilâf yüzünden bir şeyde hem nefiy, hem de ispatın
birleşmesi
Bir şeyin hem nefyedilmesi caizdir, hem ispat edilmesi. Çünkü zâhiri görünüş aykırıdır, nispet de iki türlü
olabilir.
Allah’nın “ O taşları attığın zaman yok mu? Onları sen atmadın ki… Allah attı” demesinde hem hem nefiy
vardır, hem ispat ve ikisi de yerindedir.
3660. Onları sen attın, çünkü taşlar senin elindeydi.Fakat sen atmadın, çünkü o atış kuvvetini Allah izhar etti.
İnsan oğlunun kuvvetinin bir haddi, bir hududu vardır. Bir avuç toz, toprak nasıl olur da bir orduyu bozar,
kırıp geçirir?
Avuç, senin avucundur ama atış bizden. Bu iki nispetin nefyi de yerindedir, ispatı da.
Peygamberlerin zıtları olan kâfirler de Peygamberleri, evlâtlarını, tanıdıkları, bildikleri gibi tanırlar bilirler.
Münkirler onları yüzlerce delille, yüzlerce nişanla evlâtlarını tanır gibi tanırlar, bilirler ama,
3665. Kıskançlıkları, hasetleri yüzünden bildiklerini gizlerler “ Bilmiyoruz ki” diye bilmezlikten gelirler.
Baksana, Allah bir yerde “ Onları bilirler” dedi, bir yerde de “ Onları benden başka kimse bilmez;
Onlar, benim kubbelerimin altında gizlidir. Onları Allah’dan başka kimse bilmez, sınamakla bilinmezler ki “
dedi.
Nuh’u hem bilirsin, hem bilmezsin, değil mi? İşte bunu da bu âyetle hadiste izhar edilen mânaya kıyas et!
Dervişin yokluğu ve varlığı meselesi
Birisi dedi ki. “ Âlemde derviş yok… olsa bile o derviş dervişlik makamına erişmişse yok olmuş demektir.
3570. Doğru, çünkü varlığı, sureti bakımındandır, görünüşe göre vardır. Fakat sıfatları, Allah sıfatında yok
olmuştur.
O, güneşe karşı yanmakta olan muma benzer. Mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yoktur.
Fakat muma bir pamuk tutun mu yanar… şu halde vardır.
Öyle ama sana bir aydınlık vermez ki; güneş, onu yok etmiştir. Bu bakımdan da yoktur.
İki yüz batman bala bir okka sirke koydun mu, sirke balın içinde erir gider.
3675. Tattın mı sirke lezzeti olmadığından yoktur. Fakat tarttın mı balın okkası artmıştır, vardır.
Aslanın önünde ceylanın aklı başından gider, kendisinden geçer… varlığı, aslanın varlığında mahvolur.
Kemale ermeyenlerin Allah’ya karşı yürüttükleri bu kıyas yok mu… aşk coşkunluğundan ileri gelen bir
şeydir. Ebedî, terbiyeyi terketme değil!
Âşığın, nabzı, edepten dışarı atar. Âşık kendini padişahın terazisine kor, sevgilisinin tapısına varır.
Dünyada ondan edepsiz, ondan terbiyesiz kimse yoktur. Fakat hakikatte ondan terbiyeli, ondan edepli
kimse de yoktur.
3680. Ey aslı, nesli belli kiş,i bu edeplilikle edepsizliği birbirine uygun bil.
Zâhirine bakarsan edepsiz gibi görünür. Çünkü başında aşk dâvası vardır ( bu dâva da varlık alâmetidir).
Fakat hakikatte dâva nerede? O padişahın önünde dâva da fanidir, âşık da!
Zeyd öldü desek bu cümlede Zeyd faildir ama hakikatte fail değildir, elinden bir şey gelmez ki!
Nahiv bakımından faildir… yoksa hakikatte mefuldür, ölüm onu öldürüverir.
3685. Nerede Zeyd’in failliği? Öyle mahvolur ki bütün faillikler, ondan uzak kalır.
Sadr-ı Cihan’ın vekilinin bir töhmet altına alınarak can korkusuyla
Buhara’dan kaçması, Sadr-ı Cihan’a âşık olduğundan tekarar ters
yüzüne geri dönmesi, âşıklar için can vermek kolaydır
Buhara’da Sadr-ı Cihan’ın kulu bir töhmete uğradı, mevkiinde düştü, gizlenmeye mecbur oldu.
On yıl gâh Horasan’da, gâh Kuhistan ve gâh Deşt’te başıboş bir halde gezip dolaştı.
On yıl sonra iştiyaktan takati kalmadı, ayrılık günleri sabrını tüketti.
Dedi ki artık ayrılığa tahammülüm kalmadı. Sabır, insanı küstahlıktan alıkoyabilir mi hiç?
3690. Ayrılık yüzünden bu topraklar bile çoraklaşır… sular bile sararır, kokar, bulanır!
Adamın canına can katan rüzgâr, ufunetli bir hale gelir, veba kesilir… ateş kül haline gelir, savrulur!
Cennet gibi olan bağlar, bahçeler sararır solar, yapraklar kurur, dökülür… bir hastalık yurdu olur!
Her şeyi anlayan akıl bile olsa dostların ayrılığıyla yayı kırılmış okçuya döner.
Cehennem bile ayrılık yüzünden, gençlik çağına hasret çeken ihtiyarın titrediği titrer, yandığı gibi yanar
kavrulur.
3695. Kıvılcım gibi insanı yakan, mahveden ayrılığı kıyamete kadar anlatsam yine yüz binde birini olsun
anlatamam.
O halde onun yakıcılığını anlatmaya kalkışma sus, yarabbi, beni sen kurtar, sen kurtar da ancak.
Dünyada neyin visaliyle neşelenirsen o vuslat zamanında ondan ayrıldığını bir düşün hele!
Senin neşelendiğin şeyle çok kişiler neşelendi… fakat sonunda sahibine vefa etmedi, yel gibi geçti gitti!
Gönül, sana da vefa etmez,seni de terk edip gider. O senden vazgeçmeden sen ondan vazgeçmeye çalış.
Ruhulkudüs’ün Meryem’e, Meryem çıplak bir halde yıkanırken bir insan
şeklinde görünmesi, Meryem’in Ulu Allah’ya sığınması
3700. Fırsat elden çıkmadan Meryem gibi sen de surete “ Senden Rahman’a sığınırım” de.
Meryem yapayalnızken canlara can katan birisini gördü. Bu adam, öyle güzeldi ki gönülleri alıyordu.
Ruhulemin, onun gözünün ay gibi güneş gibi yerden doğuverdi.
Güneş, doğudan nasıl çıkarsa o da örtüsüz, nikâpsız Meryem’in önünde yerden doğdu.
Meryem çıplaktı, bir kötülük yapar diye korktu, eli ayağı titremeye başladı.
3705. Gördüğü adam öyle dilberdi ki Yusuf bile görse Yusuf’u gören kadınlar gibi şaşırıp kalır, ellerini
doğrardı.
Gönülden baş gösterip çıkan bir hayal gibi o gül yüzlü, Meryem’in önünde topraktan bitivermişti.
Meryem, kendisinden geçti ve bu dalgınlık âleminde, bu adamdan Allah’ya sığınayım dedi.
O yeni, yakası temiz kızın âdetiydi, bir şeyden ürktü mü pılısını pırtısını gayp âlemine çeker, Allah’ya
sığınırdı.
Dünyanın kararsız bir âlem olduğunu görmüş, ihtiyata riayet ederek Allah’ya sığınmayı âdet edinmişti.
3710. Bu suretle de ölüm zamanına dek gideceği yolu düşmanın kesmemesini diler, Allah tapısının kendisine
bir kale olmasını temin etmek isterdi.
Allah’ya sığınmadan daha iyi bir kale görmemişti; bu yüzden de kale civarında yurt edinmişti.
Meryem o akılları yakan, ciğerleri oklayan bakışları gördü.
Padişahta o bakışlara kulağı küpeli bir köle olmuştu, asker de…o bakışlar, akıl padişahlarının akıllarını almış,
onları divaneye döndürmüştü!
O güzel gözler, yüz binlerce padişahı fermanlı köle yapmış, yüzbinlerce dolunayı hilâl haline getirmişti.
3715. Zühre de bile ondan bahsetmeye kudret yoktu… Aklı kül bile onu görünce noksanlaşırdı.
Ben ne söyleyebilirim, ağzı, ağzımı kapattı; söylemeye takatim kalmadı ki!
Ben, yalnız o ateşin bir dumanıyım ateşe delâlet etmekteyim. O padişahtan uzaktayken, onu görmeden
hakkında ne söylenmişse hepsi de asılsız, hepside saçma!
Zaten güneşe, âlemi kaplayan nurundan başka bir delil olamaz ki.
Gölgenin on delâlet etmesine imkân mı var? Gölge, onun yanında hor, hakir olup kalıyor ya… işte bu, kâfi
ona!
3720. Bu ululuk, ona tam doğru bir delil: bütün anlayışlar geridedir, o ilerde!
Bütün anlayışlar topal eşeklere binmiş… o, ok gibi uçup giden rüzgâra!
Padişah kaçarsa tozunu bile kimse bulamaz… onlar kaçarlarsa padişah, yolarını kesiverir!
Âlemde bütün anlayışlar, durup dinlenmezler… meydanda koşup yelme zamanıdır, oturup zevkle içkiye
dalma zamanı değil!
Birinin vehmi, bir doğan gibi uçup geçer, öbürünün vehmini mesafeleri delip geçen ok gibi uçar!
3725. Öbürünün ki yelken açmış gemi gibi gider… bir başkasınınkiyse her an gerileyip durur!
Bütün bu vehimler, bütün bu anlayış kuşları, uzaktan bir av gördüler mi hep birden saldırırlar.
Av ortadan kayboldu mu şaşırırlar, baykuşlar gibi viranelere dalarlar!
O av tekrar nazlana, nazlana salınsın, görünsün diye bir gözünü açıp bir tekini yumarak beklerler.
Av gecikince beklemekten usanır, sıkılırlar da acaba gördüğümüz av mıydı, hayal miydi derler.
3730. Bir an istirahat ederek güçlenip kuvvetlenmeleri daha doğrudur.
Eğer gece olmasaydı bütün halk, hırstan, isteklerinin üstüne titremeden kendilerini yakar, helâk ederlerdi.
Herkes bir şey elde etmek, bir kâr kazanmak hevesiyle bedenini ateşlere atmış, yanıp yakılmıştır.
Bir müddet hırslarından kurtulsunlar diye gece, Allah rahmeti gibi zuhur etti.
Yolcu, sana da bir sıkıntı, bir gönül darlığı geldi mi alevlenme, meyus olma… senin için muvafıktır o.
3735. Çünkü ferahlık ve genişlik zamanında varını, yoğunu harcedip duruyorsun demektir. Harcetmeye
karşılık bir de gelir lâzım elbet!
Ya mevsimi sürüp gitseydi güneş, bağları, bahçeleri yakar kavururdu.
Nebatları kökünden yakardı, bir daha o yanıp kavrulan şeyler yenilemezdi, yeşerip tazelenmezdi.
Kışın yüzü ekşidir ama şefkatlidir... yaz gülümser ama yakar, yandırır!
Darlık geldi mi onda genişlik gör de canlan, alnını kırıştırma!
3740. Çocuklar gülüp dururlar, bilenlerinse yüzü ekşidir. Gam karaciğerden meydana gelir, neşe akciğerden!
Çocuğun gözü, eşek gibi ahırdadır… akıllı adamsa gözünü işin sonuna diker.
Akılsız, ahırdaki otu tatlı görür… akıllı, ahırdaki hayvanın nihayet kasap elinde telef olacağını görür, bilir.
Şu kasabın verdiği ot yok mu… acıdır, acı! Kasap o otu bizi semirtmek, tartıda ağır gelmemizi temin etmek
için veriyor.
Yürü, Allah’nın verdiği hikmet otunu ye! Çünkü Allah, onu ancak cömertliğinden, ihsanından dolayı karşılık
istemeksizin vermiştir.
3745. Allah “ Allah’nın verdiği rızıktan yiyin” dedi. Sen, buradaki rızkı ekmek sandın, hikmet olduğunu
anlamadın ha!
Allah’nın verdiği rızık, insan mertebesine göre hikmettir. O rızık sonunda senin boğazında durmaz, seni
öldürüp mahvetmez!
Bu ağzını kapadın mı başka bir ağız açılır…. o ağız sır lokmalarını yer, yutar.
Bedenini Şeytan aslanından kurtarabilirsen Allah sofrasında nice nimetler yersin!
Ben bu sözü, Türklerin et yemeği gibi yarı pişmiş, yarı ham bir halde anlattım. Sen tamamını Hakim-i
Gaznevî’den duy!
3750. O gayb hakîmi, o âriflerin övündükleri zat, bunu İlahînâme’de anlatır:
Gam ye de, gam artıranların, seni derde sokanların ekmeğini yeme... çünkü akıllı adam gam yer, çocuksa
şeker!
Neşe şekeri, gam bahçesinin meyvasıdır. Bu ferah yaradır, o gam merhem.
Gamı gördün mü aşkla kucakla… Şam’a Rübve tepesinden bak!
Akıllı adam, şarabı üzümde görür… âşık varı yokta bulur.
3755. Geçen gün hamallar, sen alma, o yükü ben aslan gibi taşırım diye birbirleriyle savaşıp duruyorlardı.
Neden? Çünkü o zahmette rahmet, o eziyette kâr görüyorlardı da yükü her biri, öbüründen kapıyordu.
Nerede Allah’nın verdiği ücret, nerede o sermayesiz herifin verdiği ücret? Bu, sana ücret olarak bir hazine
bağışlar, o birkaç mangır verir!
Allah’nın bağışladığı altın, sen ölüp kumlar, topraklar altında yatsan bile seninledir… öldükten sonra kalıp
başkalarına nasip olan mal değildir o!
Allah malı, adım, adım cenazenin önünden gider, kabirde sana gurbet arkadaşı olur.
3760. Ebedi aşkla kapı yoldaşı olmak için ölüm gününe hazırlan da şimdiden öl!
Sabır, gayret perdesi ardındaki sevgilinin nar gibi yüzünü, o isteğin, o dileğin ikiye ayrılmış saçlarını
görmektedir.
Gam, çalışıp çabalayan kimsenin önünde bir aynaya benzer… bu zıt olan şeyde buna zıt olan şeyi görür,
sabırda muradına ulaşmayı, gamda neşeyi seyreder.
Zahmetten, eziyetten sonra da onun zıddı, yani genişlik, zevk ve neşe yüz gösterir.
Bu iki hali, eline bak da gör, anla. Yumruğunu sıktıktan sonra mutlaka açarsın.
3765. Elin daima yumulu, yahut daima açık olsa bu bir hastalık eseridir.
Elini açıp yummakla iş güç görür, çalışır, kazanır, işini düzene korsun. Bu el açıp yumma, kuşun iki kanadı
gibi ele lâzım bir şeydir.
Meryem bir müddet, karaya vurmuş balıklar gibi çırpındı.
Ruhulkudüs’ün Meryem’e “ Ben Allah elçisiyim, benden korkma,
gizlenme… Allah’nın emri bu “ demesi
O Allah rahmetini gösteren melek, Meryem’e bağırdı: “ Ben, Allah tapısının eminiyim, benden ürkme.
Allahnın yücelttiği kimselerden baş çekme. Bu çeşit güzel mahremlerden çekinme!”
3770. Hem bu sözleri söylüyordu, hem de dudaklarından pak nurlar çıkıyor, birbirine ulanıp göğe ağrıyordu.
Melek diyordu ki: “ Sen, benim varlığımdan yokluğa kaçıyorsun ama ben yokluktan bir padişahım, bir
bayrak sahibiyim.
Zaten yurdum orası, ağırlığım da orada… sana görünen bir suretimden ibaret.
Ey Meryem, bir bak hele… ben, anlaşılması müşkül bir nakşım, hem hilâlim, hem gönüllerde ki hayal!
Gönlüne bir hayal geldi de yerleşti mi nereye kaçsan o seninledir.
3775. Ancak gelip geçici bir aslı olmayan hayal müstesna… o çeşit hayal yalancı sabah gibi gözden
kayboluverir.
Bensen Allah nurundan doğmuş düpedüz sabahım… gündüzümün etrafında gece, hiç dönüp dolaşamaz.
Kendine gel… Lâhavle deyip durma ey İmran’ ın kızı… ben zaten buraya Lâhavle makamından gelip
düştüm.
Daha Lâhavle denmeden önce Lâhavlenin nuru benim aslımdı, benim gıdamdı.
Sen, benden Allah’ya sığınmadasın ama ben o sığındığın Allah’nın ezelde düzüp koştuğu bir suretim zaten.
3780. Seni defalarca kurtaran o sığındığın makam, benim makamım… Allah’ya sığınırım diyorsun ya; o
sığınmak yok mu? Ben ta kendisiyim zaten.
Tanımazlıktan beter bir âfet yoktur. Sen, sevgilinin yanındasın da aşkbazlığı bilmiyorsun.
Yari, ağyar sanmada, neşeye gam adını takmaktasın.
Sevgilimizin şu miskler gibi saçları, biz deli olursak zincirimiz olur!
3785. Nil gibi akıp duran şu lûtuf, biz firavun muyuz… kan kesilir bize!
Kan, aklını başını al, ben suyum, dökme beni… ben Yusuf’um fakat sana kurt gibi görünüyorum a savaşçı
der.
Sen görmüyorsun yoksa… halim, selim sevgili, onunla zıt oldun mu yılanlaşır.
Halbuki ne eti başkalaştı, ne yağı… sen onu kötü gördün de ondan kötüleşti!”
Vekilin aşk yüzünden hiçbir şeye aldırış etmeyerek Buhara’ya dönmesi
Meryem’in mumunu bırak, yana dursun…. Evet… o yanıp yakılan âşık, Buhara ya dönüyordu.
3790. Gönül, ne de sabırsızsın, ateşler içindesin. Yürü, Sadr-ı Cihan’a doğru kaç!
Şu Buhara ok mu… bilgi kaynağıdır. Kimde ateş varsa Buhara’lıdır zaten!
Şeyhin huzurunda oldukça Buhara’dasın, sakın Buhara’yı hor görme!
Şeyhin denize benzeyen gönlü taşar çekilir, taşar çekilir… Bu med ve cezir, o Buhara’ya horluktan başka bir
surette gidene yol vermez.
Ne mutlu kişiye ki nefsini aşağılatmıştır. Vay o kişiye ki nefsinin tekmesi altında kalmıştır!
3795. Sadr-ı Cihan’ın ayrılığı, o âşıkın canına tesir etmiş, varlığını parçalamış gitmişti.
Diyordu ki, yine oraya gideyim, kâfir olmuşsam bile tekrar imana geleyim.
Oraya varayım da yerlere döşeneyim; o iyi düşünceli Sadr’ın huzurunda kendimi yerlere atayım.
Diyeyim ki: İşte canımı önüne attım. İster dirilt, ister koyun gibi kes başımı!
Ey ay yüzlü, senin huzurunda kesilip ölmek, başka yerde dirilere padişah olmaktan yeğ.
3800. Ben bin kere, hattâ daha da fazla sınadım, anladım: sensiz yaşamam pek acı, tahammül edilir şey
değil!
Ey emelim, maksadım sevgili, sur üfürür gibi nağmelerle terennüm et de beni dirilt… ey devem, çök artık…
neşe tamamlandı!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri… ey nefis, iç o tatlı suyu, bulanıklığı geçti, duruldu artık!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri… merhaba ey seher yeli! Bize dostun kokusunu getirdin, ne güzel
de estin ya!
Dostlar, dedi, ben gidiyorum, elveda. Ben o emîre, o emrine itaat edilen Sadr-ı Cihan’a gidiyorum.
3805. Anbean onun aşkıyla, onun ayrılığıyla yanmaktayım… artık ne olursa olsun, gidiyorum ben!
Sevgilinin gönlü mermerler gibi katı bir hale gelse bile ruhum yine Buhara’ya gitmek istiyor.
Orası sevgilimin konağı, padişahımın şehri; benim vatanım orası…. âşıklara vatan sevgisi budur!
Bir mâşukun, garip âşığına “ Şehirlerden hangi şehri daha güzel
buldun, Hangi şehir daha kalabalık, daha büyük? Hangi şehrin
nimetleri daha bol, hangi şehir daha ziyade iç açıcı “ diye sorması
Bir güzel, âşığına dedi ki: Yiğidim, gurbette birçok şehirler gördün.
Hangi şehir daha ziyade hoşuna gitti. Âşık, “ Sevgilinin oturduğu şehir”
3810. Padişahımız, nereye yaygısını yayar, oturursa orası, iğne deliği kadar dar bile olsa bize sahra gelir.
Ay gibi Yusuf neredeyse orası, kuyunun dibi bile olsa cennettir.” dedi.
Dostlarının, Buhara’ya gitme diye âşığı menetmeleri ve hiçbir şeye
aldırış etmeksizin ulu orta sözler söyleme diyerek tehdit eylemeleri
O âşığa da öğütçünün biri dedi ki: “ Ey bihaber, aklın varsa işin sonunu düşün.
Aklını başına devşir de işin önüne, sonuna dikkat et. Pervane gibi kendini yakıp yandırma!
Delicesine Buhara’ya gidersen zincire vurulmaya, hapishaneye atılmaya lâyıksın.
3815. Sadr-ı Cihan, sana kızgın… âdeta demir çiğnemede, dişlerini gıcırdatıp durmada. Seni yirmi gözle
bekliyor.
Senin için bıçak bileyip duruyor. O âdeta kırlıkta kalmış bir köpek, sense unla dolu dağarcıksın!
Allah, bir fırsat verdi, kurtuldun… sonra da zindana gidiyorsun ha…. ne oldu sana?
Sana on çeşit memur dikseler bile onlardan kaçıp gizlenmen lazım; akıl, bunu emreder.
Halbuki senin başında tek bir memur bile yok. Neden böyle önden, arttan yolun bağlandı?”
3820. Gizli aşk, onu esir etmişti. O öğütçü, o korkutucu o gizli memuru görmüyordu ki!
Her memurun başında gizli bir memur var. Böyle değil de o memur, neden köpeğe benzeyen tabiatına esir.
Neden onun bağlarıyla bağlı?
Padişahın kızgınlığı ruhuna tesir etmiş, onu memurluğa, kara yüzlülüğe bağlamış.
Hadi vur şu adamı diye onu dövüp duruyor! Benim feryadım, işte o gizli memurlardan!
Kimi ziyanda görürsen bil ki görünüşte yapayalnız bile olsa hakikatte o ziyana bir memurla sürüklenir, gider.
3825. Bu hali bilseydin feryad eder, o padişahlar padişahına sığınırdın.
Padişahın huzurunda başına topraklar saçar da o korkunç Şeytan’dan kurtulurdun.
A karıncadan daha aşağı, daha kuvvetsiz ve ehemmiyetsiz adam, kendini bey görüyorsun ha… sen körsün
de ondan başına dikilmiş olan o memuru görmüyorsun.
Bu yalancı kanatlarla gururlandın ha... adamı suça, ziyankârlığa çeken kol kanat, ama da kol kanattır ya!
Kanat dediğin adamı yücelere çeker… topraklara bulandı mı da ağırlaşır, adam uçamaz gayrı!
Âşığın, aşk sırrını anlamayan öğütçüye ulu orta cevabı
3830. Âşık dedi ki: “ Ey öğütçü, sus… niceye bir öğüt vereceksin, niceye bir? Vazgeç bu öğütten; bağ, pek
kuvvetli.
Senin öğüdünden daha da kuvvetlendi. Senin âlimin aşk nedir, tanımadı ki!
Bir yerde aşk fazlalaştı, derdi arttırdı mı orada ne Ebû Hanîfe bir ders verebilir, ne Şâfiî!”
Beni ölümle tehdit etme... kendi kanıma susamış birisiyim ben zaten!
Âşıklara her an bir ölüm var… âşıkların ölümü bir çeşit değil!
3835. Âşık, doğru yolun ruhunu bulmuş, o ruhla iki yüz cana sahip olmuştur da her an iki yüzünü de feda
edip durmadadır.
Feda ettiği her cana karşılık da on tana ecir alır. Kur’an’dan “ Kim bir iyilik yaparsa on mislini bulur” âyetini
okusan a!
O güzel yüzlü sevgili, kanımı dökerse neşeyle dönerek, zevkimden ayaklarımı yerlere vurarak canımı
saçarım!
Ben sınadım, benim hayatım ölümümde. Bu hayattan kurtuldum mu ebediyete erişeceğim.
Ey inanılacak, güvenilecek kişiler, beni öldürün, öldürülmemde hayat içinde hayat var.
3840. Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et!
Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada. Dilerse gözlerimin üstünde yürür!
Arapça daha hoş ama Farsça söyle. Zaten aşkın bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama,
Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside şaşırır, lâl olur kalır.
Artık ben susayım, kâfi… sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak kesil…. Allah, doğruyu daha iyi bilir.
3845. Âşık tövbe etti mi… işte o zaman kork. Çünkü âşık, ayyarlar gibi daracığında ders verir!
Bu âşık, Buhara’ya gidiyor ama ders okumaya, üstada hizmet etmeye değil.
Âşıklara dostun güzelliği müderristir… defterleri, dersleri, meşkleri de onun yüzü!
Susarlar ama tekrar tekrar attıkları nâralar sevgilinin arşına, tahtına kadar ulaşır.
Dersleri fitne, oyun, dönüş ve titreyiştir. Onlar ne Ziyadat okurlar, ne Silsile.
3850. Bu kavmin silsilesi, sevgilinin simsiyah ve kıvırcık saçlarıdır. Onlarda devir meselesinden bahsederler
ama sevgilinin devrinden.
Eğer birisi sana kese meselesini sorarsa ona de ki: “ Allah hazinesi keselere sığmaz ki!
Âşıklara aralarında Hul’ ve Mübara’dan dem vururlarsa hoş gör. Hakikatte Buhara’yı anıyorlar demektir.
Her şeyi anış, başka bir hassa verir… her sıfatın başka bir mahiyeti var.
Buhara’da her hünere ermiş, olgun bir hale gelmişsin ama horluğa yüz kodun mu hepsinden vazgeçer, her
şeyi unutursun.
3855. O Buhara’lı âşık da bilgi derdinde değildi… gözünü görüş güneşine dikmişti o.
Kim, halvette görüşe yol bulur, hakikati görürse artık bilgilerle yücelmeyi dilemez.
Can güzelliğiyle bir kâseden şarap içen, ağızdan duyulma haberlerle bilgilerden tasalanmaz.
Görüş, ekseriyetle bilgiden üstündür, bilgiye galebe eder. Bu yüzden halk nazarında dünya galiptir,
sevimlidir.
Çünkü dünyayı gözler görür; bu, eldeki matahtır… ahireti ise verilmesi va’dedilen borç bilirler.
O âşık kulun Buhara’ya yüz tutması
3860. Kanlı göz yaşları döken o âşık yüreği çarpa çarpa hararetle, iştiyakla koşarak Buhara’ya yüz tuttu.
İştiyakından çölün kumları, ona ipek geliyor, Ceyhun’un suyu küçücük bir şey görünüyordu!
Çöl önünde gül bahçesi kesilmekte, gül gibi gülerek düşe kalka, yuvarlanarak koşup gitmekteydi!
Şeker, Semerkant’tedir ama o, şekeri Buhara’da bulmuş Buhara yolunu tutmuştu.
“ Ey Buhara, sen akıllara akıl katardın ama benim aklımı da aldın dinimi de!
3865. Ben bir tolunay aramaktaydım, o yüzden hilâle döndüm. Kapı dibinde Sadr-ı ( baş köşeyi) istiyorum!”
demekteydi.
Buhara’nın karaltısını görünce gam karanlığında bir beyazlıktır göründü.
Yere yığıldı, uzun bir müddet kendisinden geçti. Aklı, sır bahçesine uçup gitti.
Onu ayıltacak, aşk gül suyuydu, bunu bilmediklerinden başına, yüzüne gül suları serptiler.
O gizli gül bahçesi görmüştü… aşk, onu yakalamış kendisinden geçirmiş gitmişti.
3870. Sen donmuş, taş kesilmiş birisin; bu söze, bu nefese lâyık değilsin… evet, sen de kamışsın ama içinde
şeker yok!
Aklın başında, akıllısın sen. “ Görmediğiniz askerleri yolladı” âyetinden gafilsin!
O sallapati âşığın Buhara’ya gelmesi, dostlarının onu meydana
çıkarmamaya çalışmaları
Sevine, sevine o emniyet şehrine sevgilisinin bulunduğu yere, Buhara’ya geldi.
Gökyüzünde uçan, ay tarafından kucaklandığını, kendisine sen de beni kucaklasana dendiğini sanan
sarhoşa benziyordu.
Onu Buhara’da her gören “ Durma, görünmeden hemen bir tarafa sıvış!
3875. Padişah gazap etmiş, tam on yıllık öcünü almak için seni arayıp duruyor.
Allah aşkına olsun kendi kanına girme… kendine pek o kadar güvenme!
Sadr-ı Cihan’ın Şahnesiydin, itimadına mazhar olmuş üstat bir mühendistin.
Ona hıyanette bulundun, cezadan da kaçtın… neyse, bu suretle kurtulduğun halde şimdi nasıl oldu da
tekrar geldin?
Yüzlerce hileyle belâdan kurtulmuştun, seni buraya aptallığın mı getirdi, ecelin mi?
3880. Aklın Utaridi bile beğenmez, kınardı… fakat kaza ve kader, aklı da ahmak bir hale sokuyor, akıllıyı da!
Sen, aslanı arayan talihsiz tavşansın. Nerede aklın, nerede bilgin, nerede çevikliğin, çabuk anlayışın?
Kaza ve kaderin böyle yüzlerce afsunları vardır. Kaza geldi mi âlem daralır derler.
Sağda, solda yüzlerce yol, yüzlerce kaçıp kurtulunacak yer vardır da kaza ve kader, gelince hepsi bağlanır,
kapanır; kaza ve kader bir ejderhadır” diyordu.
Âşığın, kendisini kınayan ve tehdit edenlere cevap vermesi
Âşık dedi ki. “ Ben, susuzluk hastalığına tutulmuş birisiyim. Biliyorum da… su beni öldürür.
3885. Fakat bu hastalığa tutulan, sudan kaçamaz ki… isterse su onu yüzlerce defa öldürsün, harap etsin!
Elim, karnım şişse bile suya olan aşkım azalmıyor.
Karnımı görüp bu ne diye sordukları zaman keşke bütün deniz, karnıma aksaydı diyorum.
Bir tuluma benzeyen karnım, isterse su dalgalarından yırtılsın… ölsem bile ne mutlu bir ölüm!
Ben, nerede bir ırmak görsem ah, o ırmak ben olsam diye haset etmekteyim.
3890. Elim defe benzese; karnım davul gibi şişse yine gül gibi neşeyle onun sevda davulunu döver dururum.
O, Ruhulemin, kanımı dökse yer gibi yudum, yudum kan içerim.
Ben yer gibi, karnındaki çocuk gibi kanlar içiyorum… âşık oldum olalı işim gücüm bu!
Geceleri tencere gibi ateş üstünde kaynamakta… gündüzleri kum gibi akşamlara kadar kan içmekteyim.
Hileye saptım, o bana kızmıştı, yapmak istediğim şeye mâni oldum, hışmından kaçtım diye nadimim.
3895. Söyleyin… kızgınlıkla bana ne yapmak istiyorsa yapsın. O kurban bayramıdır, âşık da kurbanlık!
Öküz uyur, istirahat eder, bir şey yerse kurban bayramı için besleniyor demektir.
Beni Musa’nın kurban edilerek ölüyü dirilten öküzü bil. Cüz’lerimin cüz’ü bile hür kişinin hasredilmesine
sebeptir.
Musa’nın öküzü de kurban olmuştu. En küçük cüz’ ü bile bir öldürülmüşe hayat verdi.
Öküzün bazı yerleriyle ölüye vurun hitabı geldi; vurdular. O öldürülmüş adam dirildi, fırlayıp kalktı.
3900. Eğer şu ruhların haşredilmesini istiyorsanız ey ulu kişilerim, bu sözü kesin!
Ben cemaattandım… öldüm, yetişip gelişen bir varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde
zuhur ettim.
Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum. Artık ölüp de yok olmaktan ne korkayım?
Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de melekler âlemine geçip kol kanat açayım.
Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek sıfatını da terk etmek gerek, “Her, şey fanidir, helâk olur…
ancak onun hakikati bakidir.”
3905. Bir kere daha melekken kurban olur da o vehme gelmeyen yok mu… işte o olurum.
Yok olurum, suretlerin hepsini terk ederim de erganun gibi “ Biz, mutlaka geri dönenleriz, ona ulaşanlarız”
derim…
Ümmet, bunda ittifak etmiştir. Karanlıklarda gizli olan Âbıhayat yok mu… ölümdür o.
Nilüfer gibi ırmağın bu tarafında bit… susama hastalığına uğrayan adam gibi haris ol, ölümü ara!
Susama hastalığına uğrayanın ölümü sudur da yine su arar, su içer durur. Allah, doğrusunu daha iyi bilir.
3910. Ey ayıp ve ar hırkasını giyinen donmuş, üşümüş âşık sen can korkusuyla candan kaçıyorsun.
Ey karılara bile ayıp ve ar olan kişi, hele bak… onun aşk kılıcının önünde yüz binlerce can, elceğizlerini
çırparak ölüme müştak!
Irmağı gördün ya… testideki suyu ırmağa döküver. Su, hiç ırmaktan kaçar, çekinir mi?
Testideki su, ırmağa döküldü mü ırmakta mahvolur, ırmak kesilir.
Vasfı yok olur da zatı kalır… Artık bundan böyle ne kaybolur, ne kötüleşir, pislenir!
3915. Ben de ondan kaçtığım için pişmanım, özürümü bildirmek üzere kendimi onun fidanına astım!”
Canından el yıkayan o âşığın mâşukuna ulaşması
Top gibi başının, yüzünün üstüne kapanıp secdeler ederek gözleri yaşlı bir halde Sad-ı Cihan’ın huzuruna
gitti.
Herkes, acaba onu yakacak mı, asacak mı diye başını havaya dikmiş bekliyordu.
Sadr-ı Cihan, işte o vakit zaman, talihsiz kişilere ne gösterirse bu bir avuç ahmağa onu gösterdi.
İşten anlamayan ahmak, pervane gibi alevi nur sandı, ahmakçasına aleve atıldı, canından oldu.
3920. Fakat aşk mumu, o muma benzemez ki. Aşk, aydınlıklar içindeki aydınlıklar aydınlığıdır.
O ateşli mumların aksine bir şeydir. Ateş gibi görünür ama baştanbaşa nurdur, güzellikten, hoşluktan
ibarettir.
Âşık öldüren mescidle ölümünü arayıp hiçbir şeye aldırış etmeyerek
orada konuklayan âşık
Ey izi, tozu güzel, bir hikâye söyleyeyim, dinle:
Rey şehrinin kıyısında bir mescit vardı.
Hiç kimse yoktu ki orada gecelesin, yatsın da korkudan ödü patlayıp ölmesin; oğlu o gece yetim kalmasın.
Ona nice aç, çıplak garip gitti… hepsi de sabah çağı yıldızlar gibi battı, mezara girdi!
3925. Sen de bunu iyice anla, kendine gel. Sabah geldi çattı, uykuyu bırak artık!
Herkes, orada kuvvetli periler var, orada konaklayanları kör kılıçla kesip öldürüyorlar derdi.
Bazıları sihir ve tılsım var. Düşmanın canını almak için gözetip durmada diyordu.
Bazı kimseler, kapısına açıkça “ Ey konuk, burada kalma. Canına kastın yoksa geceyi burada geçirme,
burada yatıp uyuma. Yoksa ölüm sana pusu kurar” diye yazalım demekteydi.
3930. Bir diğeri de derdi ki. “ Geceleri kilitleyin de bilmeyen bir adam girip kalmasın!”
Mescide konuk gelmesi
Nihayet bir gece vakti mescide bir konuk geldi… mescidin o aşılacak şöhretini o da duymuştu.
Bir tecrübe etmek istiyordu. Çünkü hem pek yiğitti, hem de canından bezmişti, hayatına doymuştu.
Dedi ki: “ Bu başa, bu gövdeye pek o kadar aldırış etmem… tut ki can hazinesi için bir habbe gitmiş.. ne
çıkar?
Ten sureti gidiversin, ben o suretten ibaret değilim ya. Ben baki oldukça suret eksik olmaz elbet.
3935. Allah lûtfuyla “ Ben insana ruhumdan ruh üfürdüm” sırrına mazharım… kamış gibi olan tenden
ayrılırsam yalnız Allah nefesi olarak kalırım.
Allah’nın nefesi, bu tene gelmesin de inci de bu dar sedeften kurtulsun artık.
Allah “ Ey doğru kişiler, ölümü dinleyin” dedi. Ben de doğrucuyum, bu söze canımı veririm!”
Mescid halkının o âşık konuğu, gceleyin mescide konaklama niyetinden
dolayı kınamaları, burada kalma diye tehdit etmeleri
Halk, “ Sakın burada geceleme. Yoksa can alıcı, seni posa gibi eziverir!
Sen garipsin, bunu bilmezsin… burada kim yattı, uyuduysa mahvoldu.
3940. Bu bir tesadüf değil. Bunu biz de nice defalar gördük, akıllı bilgiler kişiler de.
Kim bu mescitte konakladıysa gece yarısı müthiş bir zehirle zehirlendi gitti.
Bir kişiden yüz kişiye kadar nice ölenleri gördük. Birisinden duyup da rivayet etmiyoruz.
Peygamber “ Din nasihattir” dedi. Nasihat, lûgatte hıyanetin zıddıdır.
Bu nasihatte dostlukta doğruluktan ibarettir. Doğru söylemez, aldatırsan, hainsin, köpek postuna
bürünmüşsün, köpeksin!
3945. Sana bu nasihati muhabbetimizden veriyoruz. Sakın akıldan, insaftan ayrılma!” dedi.
Âşığın, kendisini menedenlere cevabı
Âşık dedi ki: “ Ey öğüt verenler, ben yaptığım dan nâdim değilim. Hayata doydum.
Ben yaralanmayı isteyen, arayan bir tembelim. Tembelden yola gitmeyi umma!..
Ama yiyecek, içecek tembeli değilim ben… hiçbir şeye aldırış etmeyen, ölümünü arayan bir tembelim!
Âleme el avuç açan, kendisine para pul toplayan tembel değilim, bu köprüden çevikçe geçen bir tembelim.
3950. Her dükkâna başvuran, halini söyleyen tembel değilim. Varlıktan sıçrayıp kurtulan ve bir madene
ulaşan tembelim.
Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı
geliyor.
Bahçeye konan kafesteki kuş, gülleri, ağaçları görür.
Dışarıda, kafesin çevresinde ötüşen kuşlar, hürriyete ait güzel, güzel hikâyeler söylerler.
Kafesteki kuş, onları duyar, o yeşilliği görürde ne iştahı kalır, ne sabrı, ne kararı!
3955. Başını kafesin her deliğinden çıkarır durur. Ayağındaki bağdan kurtulmak ister.
O kuşun gönlü de dışarıdadır, canı da… böyleyken kafesi açıversen ne yapar?
O kuş, kafese kapanmış kafesin etrafında da kediler birkaç halka olmuş kuşa benzemez ki.
Bu çeşit kuş korkuya, vehme düşer, hiç kafesten çıkmayı ister mi o ?
Hattâ o kötülükler yüzünden kafesin etrafında daha yüz tane kafes olmasını ister.
Calinus bu dünya yaşayışına âşıktı, çünkü hüneri, ancak burada geçerdi,
o pazarda bir işe yaramazdı. O yüzden kendisini o âlemde halkla bir
görürdü
3960. Bu şuna benzer: Akıl ve hikmette üstün olan Calinus da bu dünyanın havasına kapılmış, dünya
muradına gönül vermiş olduğundan,
“ Yarı canlı bir halde dünyayı bir katır götünden görmeye bile razıyım, tek ölmeyeyim” dedi.
Kafes etrafında kedilerin toplanmış olduğunu görmüş, bir kuşa benzeyen ruhu, uçmaktan meyus olmuştu.
Yahut da bu cihandan başka her şeyi yok görmüş, yokluktaki haşri görmemişti.
Ana karnındaki çocuk gibi hani. Allah’nın keremi, onu rahimden dışarı çeker de o yine rahme doğru kaçar
durur.
3965. Allah’nın lûtfu, onun yüzünü bu âleme çıkacağı tarafa döndürür, o yine büzülüp ana karnına sokulur.
Bu şehirden, bu yurttan dışarı çıkarsam acaba bir daha burasını görebilir miyim?
Rahimde bir kapı olsaydı da o havası ufunetli şehir görünseydi.
Yahut da bir iğne yordamı kadar delik bulunsaydı da dışarısını bir görseydim der!
Ana karnındaki çocuk da rahmin dışında bir âlem olduğundan gafildir, o da Calinus gibi nâmahremdir.
3970. Bilmez ki rahimdeki yaşlıklarda dışarıdaki âlemin feyziyledir.
Dünyadaki dört unsur da kendilerine Lâmekân âleminden yüzlerce yardım geldiğini bilmezler.
Kuş, kafeste su ve tane buluyor ama su da kafesin dışındaki bağdan, bahçeden gelmede, tane de!
Peygamberlerin canları bu âlemden göçer, bu âlemden kurtulurken o bağı, o bahçeyi görür de
Bu yüzden onlar, Calinus’a da aldırış etmezler, âleme de… ay gibi göklerde doğar, göklere ışık saçarlar.
3975. Eğer bu söz, Calinus’a iftira ise cevabım Calinus’a değil…
Bunu söylemiş olan kişiye. Çünkü bunu söyleyen nurlarla dolu gönüle eş olmamıştır.
Can kuşu, kedilerden “ Hele durun bakalım” sesini duyunca delik arayan fareye dönmüştür.
O yüzden canı, fare gibi bu dünya deliğini vatan tutmuş, yurt edinmiştir.
Bu delikte yapılar yapmaya girişmiş, bu deliğe lâyık bilgilere sahip olmuştur.
3980. Ona bu delikte yarayacak onu burada yüceltecek sanatları seçti de diğerlerini bıraktı.
Çünkü dışarı çıkmadan ümidini kesti, bedenden kurtulma yolu kapandı.
Örümcekte Anka tabiatı olsaydı tükürüğüyle çadır kurar mıydı hiç?
Kedi pençesini kafese de atar. Pençesinin adı derttir, elemdir, ıstıraptır.
Kedi ölümdür, pençesi de hastalık, kuşu da, kuşun kanadını da pençeler.
3985. Kuş, bucak bucak ilâç bulmaya koşar. Ölüm kadıya benzer, hastalık şahide.
Bu şahit, kadıdan gelen adam gibidir. “ Gel kadı, seni mahkemeye istiyor” der.
Ondan kaçıp kurtulmak için bir mühlet istersin. Verirse ne âlâ… vermezse “ Olmaz, hadi kalk” diye emreder.
Mühlet istemen, mühlet alman ilâçlardır, tedavidir. Âdeta ten hırkasını yamalarla yamarsın!
Fakat nihayet bir sabah kızgın bir hale gelir. “ Bu mühlet niceye bir sürecek? Utan artık!” der.
3990. Ey hasetlerle dopdolu adam, o gün gelmeden önce davran da padişahtan özür iste!
Atını karanlıklara süren adam, gönlünü o nurdan tamamıyla ayırır.
Şahdan da kaçar, şahitten de, götürmek istediği yerden de. Çünkü o şahit, onu kazaya, hükme davet
etmektedir.
*Bu sözü bırak da o gece mescide konuk olan adamın ahvalini anlat!
Mescid halkının bir kere daha geceleyin o mescide kalmak istemesini
kınamaları
Ahali dedi ki: “ Babayiğitlik satma, yürü… bu sevdadan vazgeç de elbisen de burada rehin kalmasın, canın
da!
Burada gecelemek, uzaktan kolay görünür ama bu geçit sonunda güçleşir!
3995. Nice kişiler vardır ki kasınır, böbürlenir... fakat elem ve ıstırap zamanında yapışacak, el atacak bir şey
arar!
Savaştan önce halkın gönlüne iyi ve kötü hayal kolay görünür.
Fakat adam savaşa girdi mi iş o zaman sarpa sarar!
Madem ki aslan değilsin, ileriye ayak atma. Çünkü ecel kurttur, canınsa koyun!
Yok… eğer Abdal’dan olmuşsan, koyunun aslan haline gelmişse korkma, emin bir halde gel ileri… ölümün
sana mağlûp olur, bir şey yapamaz!
4000. Abdal kimdir? Varlığı değişmiş olan, Allah’nın değiştirmesiyle şarabı sirke kesilen!
Fakat sarhoşsan kendini aslanları bile tutarım, emrime ram ederim sanıyor, sarhoşlukla aslan olduğunu
zannediyorsan kendine gel, sakın ileri atılma!
Allah, doğru yolu bulmamış kötü münafıklar hakkında “ Onların savaşmaları, kendi aralarında şiddetlenir”
dedi.
Kendi kendilerine kaldılar mı er kesilirler. Fakat savaşta evdeki karılara dönerler.
O gayp askerinin başbuğu Peygamber dedi ki: “ Ey yiğit, savaştan önce yiğitlik olamaz!”
4005. Sarhoşlar, savaş lâfına kalkıştılar mı ağızlarından köpük saçarlar ama savaş kızışınca köpük gibi kalırlar,
hiçbir işe yaramazlar.
Bu çeşit adamın kılıcı savaş sözü olunca, uzar. Asıl savaştaysa soğan gibi kat, kat kınlara gömülür!
Savaşı düşündüğü zaman gönlü, yaraları arar, saflara dalar, erlikler gösterir. Savaş zamanındaysa bucak
bucak kaçar?
Cefaya uğrayıp cilâlanacağı zaman kaçan, sonra da safa dileyen kişiye şaşarım doğrusu.
Aşk dâvaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa dâvayı kazanamazsın ki!
4010. Kadı, senden şahit isterse incinme. Yılanı öp ki hazineyi elde edesin!
Zaten o cefa sana değildir ki ey oğu…l sendeki kötü hulyadır.
Sopayla kilime vuran, kilimi dövmez, tozlarını silker!
Kızıp atı döven, hakikatte atı dövmez, aksak yürüyüşünü döver.
Bu yürüyüşü bıraksın da iyi yürüsün, rahvanlaşsın der. Üzüm suyunu şarap olsun diye hapis edersin ya…
4015. Birisi bir yetimi dövse gören der ki: O yetimceğizi neye dövüyorsun. Allah’dan korkmuyor musun?
Döven de “ Canım, dostum, ben onu ne vakit dövdüm ki? Ben, ondaki Şeytan’ı dövüyorum” der.
Annen, sana “ geber” dese bu sözüyle kötü huyunun, kötülüğünün gebermesini ister.
Edebden, terbiyeden kaçanlar, erliğin yüz suyunu da dökerler, erlerin yüz suyunu da!
Bunlar, kendilerini kınayanları da savaştan döndürürler… nihayet böyle rezil ve kahpe bir halde kala
kaldılar.
4020. Herzevekillerin herzelerini, manasız sözlerini saçma gururlarını az dinle, bu çeşit adamlarla savaş safına
girme.
Allah, bunlar hakkında “ Onlar size uyunca sayınızı çoğaltmazlar, ancak aranıza nifak sokar, hile ve fesadı
çoğaltırlar” dedi.
Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, çevir onların yaprağını!
Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de saman gibi içsiz bir hale düşerler.
Size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan ederler.
Bu çeşit adamdansa… münafıklardan pek kalabalık kişinin size uymadansa azlık asker daha iyi.
4025. Az, fakat adamakıllı olmuş güzel badem, acımış, kötü fakat çok bademden iyidir elbette.
Suret bakımından acı da birdir, tatlı da… fakat hakikatte bunlar birbirine zıtdır, ikidir.
Kâfir, o âlemin varlığından şüphe eder, dirileceğini ummaz. Bu yüzden gönlünde korku vardır.
Yola düşüp gider ama bir konak bile bilmez. Gönlü kör olan adam, korka korka adım atar.
Yolcu, yol bilmezse nasıl gider? Tereddütlerle, gönlü kanlarla dolu olarak!
4030. Birisi “ Hay adam hay… yol, burası değil ki!” dese korkusundan hemen oracıkta duruverir.
Fakat gönlüyle hakikati duyan, yolu bilen kişinin kulağına hiç öyle hay huylar girer mi?
Şu halde bu deve yüreklilerle yoldaş olma. Çünkü onlar, darlık ve korku zamanında kayboluverirler.
Onlar, lâf da Bâbil sihrine maliktirler, her şeyi yapar, çatarlar ama iş dara geldi mi kaçar, seni yapayalnız
bırakıverirler!
Kendine gel ve züppelerden savaş umma. Tavus kuşlarından av avlama hünerini bekleme!
4035. Tabiat tavus kuşuna benzer, sana vesveseler verir, saçma sapan söylenir durur; nihayet seni yerinden
yurdundan eder.
Şeytan’ın, Kureyş kabîlesine “ Ahmed’le savaşa girişin, ben de yardım
eder, size yardım etmek üzere kabîlemi getiririm “ demesi, iki saf
karşılaşınca da onları bırakıp kaçması
Şeytan gibi… o da asker içine girdi, yüzün biri oldu, “ Ben size yardımcıyım” dedi, onlara afsun okudu,
onları aldattı.
Fakat Kureyş, onun sözüne uyup hazırlanarak iki ordu karşılaşınca,
Müminlerin saflarında melek askerlerini gördü…
Sizin görmediğiniz o gayp askerlerinin saf kurduklarını görünce canı, korkudan bir ateşgede kesildi.
4040. Ayağını gerisin geriye çekmeye başladı. “ Ben pek kalabalık bir ordu görüyorum.
Allah’dan korkarım ben, o bana yardım etmez. Çekilin gidin… ben, sizin görmediğinizi görüyorum” dedi.
Hâris dedi ki: “ Ey Suraka, neden dün böyle söylemiyordun?”
Suraka şekline girmiş olan Şeytan “ Şimdi savaşın başlamak üzere olduğunu görüyorum” dedi. Hâris, “ Sen,
ancak Arapların hor hakir bir topluluğunu görmektesin.
Bundan başka bir şey görmüyorsun ama ey aşağılık herif, o zaman lâf zamanıydı, şimdi savaş zamanı.
4045. Dün ben dayanır, ayak direrim, size yardımda bulunurum, bu suretle de üst gelirsiniz diyordun.
A melûn, dün ordu kumandanı kesilmiştin, şimdi namertleştin, bayağılaştın, korkaklaştın.
Senin sözüne kandık da geldik… bu belâ tuzağına düştük” dedi.
Hâris, bu sözleri söyleyince o melûn bu azardan kızdı, hiddetlendi.
Bu sözlerden gönlü dertlendi, kızgınlıkla elini, Hâris’in elinden çekti.
4050. Göğsünü döverek kaçıp gitti; o biçarelerin kanını da bu hileyle döktü.
O, bunca âlemi yıktı, harap etti de sonra “ Ben sizden değilim” dedi.
Meleklerin heybetini görünce Hâris’in göğsüne bir yumruk aşk edip yere yıktı, kaçıverdi!
Nefisle Şeytan, ikisi de birdir… surette kendisini iki gösterdi.
Melekle akıl da birdir, himmeti var da onun için iki suret oldu.
4055. İçinde, aklı alan, cana da düşman, dine de düşman olan böyle bir düşmanın var.
Bir an kertenkele gibi saldırır… derken hemencecik bir deliğe kaçıverir.
Gönlün de nice delikler var. Her delikten baş çıkarıp durmada!
Şeytanın insanlardan gizlenmesine, bir deliğe girip saklanmasına “ Hunus” derler.
Onun gizlenmesi de kirpinin büzülüp gizlenmesine benzer. Kirpi büzülür de kafasını çıkarır, tekrar gizler ya…
o da öyle işte.
4060. Allah, Şeytan’a “ Hannâs” dedi. Şeytan, kirpinin kafasına benzer.
Kirpi, kötü avcıdan ürker de büzülür, başını gizler.
Fırsatını bulunca başını çıkarır… bu hileyle yılanı bile zebun eder.
Nefis senin iç âleminde yolunu kesmeseydi bu yol kesiciler, sana el atabilirler miydi?
Seni kötü şeylere sevkeden şehvetten, o gizli memur yüzünden gönül, hırsa tamaha, âfete esir olmuştur.
4065. O gizli memur yüzünden hırsız oldun, kendini berbat ettin de nihayet bu görünen memurlar, seni
kahretmek için yol buldular.
Hadisteki şu güzel öğüdü duy; Düşmanlarınızın en kuvvetlisi, içinizdedir!
Bu düşmanın palavrasını dinleme kaç ondan… çünkü o da inatta İblis’e benzer.
Dünya sevgisi, dünya geçimine savaşma yüzünden sana o ebedî azabı ehemmiyetsiz gösterir.
Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bunda şaşılacak ne var ki? O, sihriyle bunun gibi yüzlerce iş
yapar!..
4070. Sihir, bazen sanatla samanı dağ gösterir…bazen dağı saman!
Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri, çirkin bir şekle sokar.
Sihrin hali budur; afsunlar, üfürür, her an hakikatleri başka bir şekle çevirir.
Bir an gelir, insanı eşek gösterir… bir an gelir eşeği şaşılacak bir adam şekline bürür!
İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir. Vesveselerde daimî bir sihir kudreti vardır!
4075. Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler.
Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir ey oğul!
Tiryak, sana “ Gel, beni kendine siper et… ben, sana zehirden daha yakınım.
Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder… benim sözüm de sihir ama onun sihrini defeder” der!
Konuk öldüren mescide konuklamak isteyeni menetmeye kalkışanların
tekrar ona öğüt vermeleri
“ O güzel yiğit, o Peygamber “ Sözde sihir hassası var” dedi, doğru da söyledi.
4080. Ey kerem sahib,i kendine gel, yiğitlik taslama, mescidimizi de töhmet altında bırakma, bizi de!
Bir düşman düşmanlığından bir söz söyler… bir alçak, yarın bize bir ateştir salar…
Onu zalimin birisi boğdu, mescidi de kurtulmak için bahane etti.
Mescidin adı çıkmış zaten. O da konuk, mescitte konukladı da öldü derler, ben de kurtulurum dedi, diyebilir.
Ey canı pek adam, bizi töhmet altında bırakma… zaten düşmanların hilelerinden emin değiliz.
4085. Hadi yürü, yiğitliğini bırak, bu ham sevdayı pişirmeye kalkışma. Zuhal yıldızı arşınla ölçülemez!
Senin gibi çokları bahttan, talihten dem vurdular ama sonunda birer birer, tutam tutam sakallarını yoldular!
Aklını başına al da bu dedikoduyu kısa kes, yürü git… kendini de vebale sokma, bizi de!”
Konuğun, onlara sırtına Sultan Mahmud’un davulu konmuş ve nöbet
vurulması âdet olmuş deveyi bile defle kuşları kaçıran ekin bekçisinin
kaçırdığını anlatarak misal getirmek suretiyle cevap vermesi
Dedi ki: “ Dostlar, ben bir Lâhavle’yle ürküp kaçacak şeytanlardan değilim.
Bir çocuk, ekin bekçiliği yapar ve yanındaki defi çalarak kuşları kaçırırdı.
4090. Kuşlar, o küçücük defin sesini duyup tarladan kaçarlar, ekinler de zararlı kuşlardan kurtulurdu.
Kerem sahibi Sultan Mahmud’un yolu, o taraflara düştü, koca otağı o civara kuruldu.
Gökteki yıldızlar kadar çok , talihleri aydın, saflar yaran, ülkeler alan ordusuyla oraya kondu.
Bir de horoz gibi önde giden esrik bir deve vardı ki nöbet davulunu sırtına yüklemişlerdi.
Nöbet, gidişte de onun sırtında vurulurdu, gelişe de.
4095. O deve, tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri korumak için o küçücük defi çalmaya başladı.
Bir akıllı kişi, çocuğa dedi ki: “ Def çalıp durma. O esrik deve, zaten davul taşıyan deve… o sese alışmış.
A çocuk senin bu defceğizin ona vız gelir. O, bu defin yirmisi kadar olan koskocaman nöbet davulunu
taşıyor!
Ben de Lâ kılıcıyla kurban olmuş bir âşığım. Canım, belâ davulunun nöbet vurulduğu yer!
Sizin bu tehditleriniz yok mu… bu gözlerin gördüğü şeylere karşı ancak bir defceğizin gümbürtüsünden
ibaret!
4100. Erler, ben, hayallere kapılıp bu yolda duracaklardan değilim.
Ben, İsmail Peygambere mensup olanlardanım, öldürülmeden çekinmem yok… Hattâ İsmail gibi başından
geçmiş bir adamım ben!
Gösterişlerden de geçmişim, riyadan da “ Söyle geliniz” emri canıma gel demiştir.
Peygamber dedi ki: İhsan edilen şeye verilecek karşılığı iyice bilen bu dünyada ihsanda bulunur.
Verilen şeye verilecek yüzlerce karşılığı gören derhal cömertliğe ihsana başlar.
4105. Herkes, kâr elde etmek için malını vermek üzere pazara, çarşıya bağlanmıştır.
Dağarcıktaki altın sahibi bir kâr elde etsin de onu yoksullara versin diye ısrarla oturmuş beklemektedir.
Satıcı, elindeki kumaşın fazla para ettiğini gördü mü ona olan aşkı soğuyuverir.
Kumaşların fazla bir kâr getirdiğini görmez de o yüzden onlara ısınır, onları elden çıkarmaz.
Bilgi, hüner ve sanatlarda böyledir. Bunlara sahip olanlar, bunlardan daha şerefli, daha üstün bir şey
görmezler de o yüzden ehemmiyet verirler.
4110. İnsan için candan iyi bir şey yoksa can azizdir. Fakat candan iyi bir şeye sahip oldu mu, canın adı hor,
hakir olur gider.
Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için yapılan bebeciktir.
Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen çocuk kaldıkça onlara ihtiyacın vardır.
Fakat çocuk, çocukluktan kurtuldu da kemale erişti mi, adam oldu mu artık duygulardan da vazgeçer,
düşüncelerden de, hayallerden de!
Mahrem yok ki açıkça söyleyeyim… sükût ettim; Allah hakikate uygun olanı daha iyi bilir.
4115. Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır. Fakat satılığa çıkarılınca onların alıcısı Allah’dır.
Bu kar, sana neden paradan daha iyi geliyor, bilir misin? Şüphedesin, yakinin yok da ondan.
Behey aşağılık adam, bu sendeki zan, ne acayip zan ki yakin bahçesinde hiç uçmuyor.
Oğul, her şüphe, yakına susamıştır. Şüphe arttıkça yakına ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol kanat açar,
uçmaya çalışır...
İlim mertebesine ulaştı mı kanadı ayak kesilir, gayri uçmaya ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın kokusunu
almaya başlamıştır.
4120. Çünkü bu sınanmış yolda ilim yakından aşağıdır, şüphe yukarı.
Bil ki ilim, yakını arar. Yakin de apaçık görüşü…
Elhâkümü suresinde “ Kellâ lev ta’lemune” den sonrasını oku da bunu ara, bul, anla.
Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür. Dünyadakiler yakin sahibi olsalardı cehennemi gözleriyle
görürlerdi.
Görüş, şüphe yok ki yakinden doğar; nitekim hayal de zandan doğmaktadır.
4125. Elhâkümü suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el Yakin olur, bak da gör!
Bana gelince; Ben, şüpheden de yüceldim, yakinden de… kınanmadan başım dönmüyor.
Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, onu gördüm gayri. Şu halde evime gidiyorum demektir, elbette
ayağımı küstahça basarım… ayağım titremez, körcesine gitmem ki!
Allah, güle bir söyledi de gülü güldürdü ya… gönlüme de onu söyledi de gülden yüz kat fazla güldürdü.
4130. Selviye bir şey yaptı. Boyunu dümdüz etti… nerkisle ağustos gülü de ondan feyz aldı, güzelleşti…
Bir tecellisiyle kamışı, canı da tatlı, gönlü de tatlı bir hale getirdi… Toprağa mensup insan, onun lûtfuyla
Çigil güzeli oldu.
Kaşı o dertçe fitneci, işveci bir hale getirdi; yüzü gül ve nar gibi kıpkırmızı bir renge boyadı…
Dile yüzlerce sihirbazlık öğretti; madene Caferi altın hassasını ihsan etti.
Silâh deposunun kapısını açınca güzellerin bakışları âşıkları koklamaya başladı…
4135. Bu tecelli ile, bu feyz ile benim gönlüme de ok attı, beni de sevdalara saldı… Beni şükre de âşık etti,
şekere de!
Öyle bir sevgiliye âşıkım ki her alım, onun alımıdır. Akıl da onun bir kuluna kuludur, can da!
Ben kuru lâf etmem; bir söz söylesem bile su gibi söylerim de ateşi söndürmede hiçbir ıstırabım olmaz.
Ben nasıl bir şey çalabilirim? Hazinedar o… nasıl kuvvetlenmem arkam o…
Kimin arkası güneşten kızar, ısınırsa yüzü pek olur, kuvvetlenir… artık ona ne korku vardır, ne utanma!
4140. Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi düşmanı yakar, perdeleri yırtar.
Her peygamberin dünyada yüzü pektir, bir tek binici olduğu halde padişahların ordularına saldırır, onları
ezer, bozar!
Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz; bu yüzden de hiçbir şeyden yüz çevirmez… tek başına bütün dünyayı
mağlûp eder.
Taşın yüzü pektir, gözü tok… dünya dolusu kerpiç olsa korkmaz.
Çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından o hale konmuştur, taşıysa Allah yapmıştır, ondan dolayı serttir, katıdır!
4145. Koyunlar, sayıya sığmayacak kadar çok olsa kasap, onların çokluğundan korkar mı hiç?
Hepiniz de çobansınız… peygamber de çobandır. Halka gelince sürüye benzer… peygamber, onların
çobanıdır, onları sürer durur.
Çoban koyunlarla savaşa girişmekten korkmaz… bilâkis onları soğuktan, sıcaktan korur.
Kızar, kahreder de koyunlara bağırırsa bu bağırışı sevgisindendir, hepsini de sever de ondan bağırır!
Her an yeni bir talih kulağıma söyleyip duruyor: Seni gamlandırsam bile gamlanma!
4150. Ben, seni kötü gözlerden gizlemek için gamlandırırım.
Kötü gözler, yüzünden ırak olsun diye kederlendirir, ahlâkını acı bir hale getiririm.
Sen, benim avcım değil misin, beni aramıyor musun? Benim kulum, emrime tabi değil misin?
Bana kavuşmak için tedbirler kurmadasın… benim ayrılığımla herkesten ayrılmış, beni arayıp durmaktasın,
kimsesiz bir hale gelmişsin!
Dertlere düşmüş, izimi bulmak için çarelere başvurmuşsun… dün senin yanık yanık ah ettiğini duydum.
4155. Seni bekletmeksizin de kendime kavuşturmaya, sana yol gösterip kendime almaya kaadirim ben…
Bu suretle bu devranın girdabından kurtulur, vuslat hazineme ayak basarsın.
Fakat varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde çekilen zahmetlerle ölçülür.
Ne kadar gurbet çeker, mihnetler, zahmetlere uğrarsan, şehrinden, akrabandan o derece lezzet alır, zevk
bulursun!
Müminin bir belâya uğrayınca sabırsızlık edip kaçması, nohudun ve
sair yiyecek şeylerin tencerede kaynarken sıçrayıp dışarı çıkmaya
çalışmalarına benzer
Bir bak… nohut tencerede ateşten zebun oldu mu yukarıya doğru sıçramaya başlar.
4160. Tencere kaynamaya başlayınca nohut, tencerenin üstüne fırlamaya, yüzlerce coşkunluk göstermeye
koyulur.
“ Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun…. madem ki satın aldın, neye bu hallere uğratıyorsun” der.
Nohut pişiren kadın da nohuda kepçeyle vurup der ki. “ Yok… güzelce kayna, tencereden çıkmaya
kalkışma.
Seni sevmediğimden senden hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum seni ki… bir zevkle, bir çeşniye sahip ol da.
Gıda haline gel, yen, cana karış diye kaynatıyorum. Bu imtihan, seni horlamak için değil!
4165. Bostanda sular içtin, yeşerdin, terü taze bir hale geldin ya… İşte o su içiş, bu ateşe düşmen içindi.
Allah’nın rahmeti, kahrından ileridir, kahrından fazladır ve ezelîdir. Bu yüzden de bir kimseyi belâlara
uğratması, rahmetindendir.
Varlık sermayesi elde edilsin diye rahmeti, kahrından ileridir, üstündür.
Etle deri lezzetsiz meydana gelmez. Fakat onlar meydana gelmedikçe sevgilinin aşkı, onları nasıl eritebilir?
İşte bu takdir neticesi olarak sen de kahırlara uğrarsan eseflenme… bu kahırlar yüzünden elindeki
sermayeyi sevgiliye bağışlarsın.
4170. Sonra bunun özrü olarak tekrar lûtuf eder, yıkanıp arındın, dereden atladın, artık o mihnetler geçti der.
Der ki: Ey nohut , baharın otladın, yeştin… şimdi zahmet ve eziyet, sana konuk oldu, hoş tut da
Konuk, şükürler ederek minnetler duyarak geri dönsün, padişaha gidip senin ikramını, ihsanını anlatsın.
İkram ettiğin şeylere karşılık olarak da sana o nimetleri veren gelsin… bütün nimetler sana haset etsinler!
Ben Halil’im, sen de bıçağım önündeki oğlum… başını koy, rüyada seni kestiğimi gördüm!
4175. Gönlünü bozma, başını kahır önüne koy da İsmail gibi boğazını keseyim,
Başını kopartayım. Fakat bu baş, zâhiri kesilmekten, koparılmaktan münezzeh olan baştır.
Ancak ezelî maksat, senin teslim olmandır. Ey müslüman teslim olmayı araman, dinlemen gerek!
Ey nohut, belâlara düş, kayna, piş de ne varlığın kalsın, ne sen kal!
O bostanda güldüyse can ve göz bostanının gülü olduğundan güldün.
4190. Su ve toprak bahçesinden ayrıldıysan lokma oldun, dirilerin vücuduna girdin.
Gıda ol, kuvvet ol, düşünce ol… evvelce süttün, şimdi ormanlarda aslan kesil!
Vallahi sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da geldin.. tekrar çevikçe acele et, yine onun sıfatların ulaş!
Buluttan, güneşten, gökten geldin… yine Allah sıfatları haline döndün mü göklere gidersin.
Yağmur ve ışık suretinde geldin, Allah’nın tertemiz sıfatları suretine bürünüp gidiyorsun.
4185. Güneşin, bulutun, yıldızın cüzüydün… nefis, iş, söz ve düşünceler oldun.
Nebatın ölümü, hayvanın varlığı oldu; bu suretle de “ Ey güvendiğim, inandığım kişiler, beni öldürün”
sözü doğru çıktı.
Madem ki ölümden sonra bize böyle bir hayat var, “ Şüphe yok ki ölümümde hayat vardır” sözü
doğru.
İş, söz ve doğruluk, meleğin gıdasıdır. Melek, bunlarla göğe ağar.
Nitekim o yemek de insana gıda olunca cemadat halinden yücelir, o canlı bir hale gelir.
4190. Bunu, adamakıllı, etraflıca anlattık… başka bir yerde gelecek.
Kervan, daima göklerden gelmekte, alışverişte bulunup yine göklere gitmekte.
Şu halde hırsız gibi acılıkla zorla değil de istekle tatlı tatlı, güzel güzel git!
Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı söylüyorum.
Donmuş, soğuk çalmış üzümü donukluğu gitsin diye soğuk suya atarlar.
4195. Seni de acılıklarla gönlün kanlara bulanırsa içindeki bütün acılıklar gider.
Hayır ve belânın sırrını bilen mümin sabreder
Av köpeği olmayan köpeğin boynunda tasma yoktur. Ham ve kaynamamış şey, mutlaka lezzetsizdir.”
Nohut, bu sözleri duyunca “ Mademki iş böyledir hanımcığım, güzel güzel kaynarım, sen de bana yardım et
ama.
Sen, bu kaynatmada beni yapıp yoğuran bir mimara benziyorsun. Vur bana kepçeyle… ne de güzel
vuruyorsun.
Ben fil gibiyim, vur başıma, yarala beni… vur, yarala da Hindistan’ı, Hindistan bahçelerini görmeyeyim.
4200. Bu suretle de kendimi kaynamaya, vereyim de onun kucağına ulaşayım, ona kavuşmaya bir yol
bulayım!
Çünkü insan, zenginlikte azgın olur. Rüyasında Hindistan’ı gören fil gibi azar, kudurur.
Fil, rüyada Hindistan’ı gördü mü filciyi dinlemez, azgın bir hale gelir.
Hanımın nohuda özürler getirmesi ve nohudu kaynatmasındaki hikmet
Hanım, nohuda der ki: “ Ben de bundan önce senin gibi yeryüzü cüz’ülerindenim.
Ateş gibi mücadeleyi içercesine tadınca makbul oldum.
4205. Bir müddet yeryüzünde kaynadım, bir müddet de ten tenceresinin içinde.
Bu iki kaynayışla duygulara kuvvet oldum, ruh kesildim de sonra seni pişiriyorum.
Cematken, bu sıfattan koşar, geçersen bilgi olur, mânevî sıfatlar haline gelirsin, derdim.
Ruh sahibi oldum ama bu sefer de diyorum ki: Bir kere daha coş, kayna da bu canlı suretten de geç!
Allah’dan inayet iste… bu ince bahislerde ayağın sürçmesin, mânanın künhüne, işin tâ sonuna eriş!
4210. Çünkü çok kişiler Kur’an’ı anlayamadılar da yol azıttılar… bazı kişilerse o ipe sarıldılar ama kuyunun
dibine gittiler.
A inatçı, yücelere çıkmak sevdasında değilsen ipin ne suçu var?
Konuk öldüren mescide konuklayan adam hikâyesinin sonu ve o
konuğun niyetindeki doğruluk
O himmeti yüce garip dedi ki: “Ben, bu mescitte kalacak, bu mescitte uyuyacağım.
Ey mescit, bana Kerbelâ olsan yine aldırış etmem. (zaten yok olmayı, zaten ölmeyi istiyorum).
Sen beni muradıma eriştiren bir Kâbe olacaksın!
Ey seçilmiş ev, aman beni kurtar da Mansur gibi ipimle oynayayım.
4215. Size gelince: Öğüt vermede Cebrail bile olsanız Halil, ateş içinde medet istemez ki.
Ey Cebrail, git… ben tutuşmuş yanmaktayım; amber ve öd ağacı gibi yanmakta, bana daha hoş geliyor.
Ey Cebrail, sen bana yardım ediyorsun, kardeş gibi beni görüp gözetiyorsun ama,
Ben ateşe atılmada pek çeviğim… yanmakla azalacak, yanmakla çoğalacak, yaşayacak can değilim ki!
Ot yemekle artan, gelişen can hayvan canıdır… O can, ateşe mensuptur, odun gibi de telef olur gider.
4220. Odun olmasaydı meyve verir, ebediyen mamur bir halde kalır, her şeyi de mamurlaştırırdı.
Bu ateş, bil ki yakıcı bir yelden ibarettir… asıl ateşin ışığıdır, kendisi değil!
Asıl ateş, esîrdedir. Yeryüzündeki onun ışığı, onun gölgesidir.
Hulâsa ışık ve gölge, daima oynar durur, bakî kalmaz… yine koşa koşa madenine gider, aslına kavuşur.
Boyun daima olduğu gibidir de gölgesi bir an kısalır bir an uzar.
4225. Çünkü ışıkların hiç kimse sebat ettiğini görmemiştir; akisler yine döner; asıllarına, analarına giderler.
Kendine gel… ağzını yum; fitne, dudaklarını açtı… kuru sözlere giriş, doğrusunu Allah daha iyi bilir!
İyi anlayanları kötü hayallere düşmeleri
Bu hikâye sone ermeden hasetçilerden bir kötü dumandır geldi.
Ben, bundan korkmam ama bu tekme, belki bir gönlü sâf kişinin ayağını çeler.
O Hakîmi Gaznevî, perde ardında kalanlara ne güzel mânevi bir misal getirdi.
4230. Sapıklar, Kur’an’da sözden, lâftan başka bir şey görmezlerse şaşılmaz ki
Körün gözüne, nurlarla dolu güneşin ışıkları gelmez de yalnız bir hararet gelir.
Göbekli biri, ansızın eşek yurdundan şunu, bunu kınayan karılar gibi baş çıkararak,
“ Bu söz, yani Mesnevi, aşağılık bir söz…Peygamber’in hikâyesi ona uymayı anlatıp durmakta.
Bunda öyle velîlerin at koşturdukları makamlara ait yüce bahisler, yüksek şeyler yok…
4235. Dünyadan ve Allah’dan başka her şeyden kesilmeden tut da yokluk makamına kadar derece derece,
mertebe mertebe Allah’ya ulaşıncaya kadar
Her durağın, her konağın şehri de yok ki bir gönül sahibi onunla kanatlanıp uçsun” dedi.
O kâfirler Allah’nın kitabını da bu çeşit kınadılar.
“ Bu esatirden eski masallardan ibaret… öyle derin bahisler, yüce hakikatleri eşelemeler yok, bunda.
Bunu küçücük çocuklar bile anlar. Kabul edilecek, yahut edilmeyecek emirlerden nehiylerden ibaret.
4240. Yusuf, Yusuf’un büklüm, büklüm zülüfleri… Yakub, Zeliha,Zeliha’nın derdi…
Hep bunlar değil mi? Bunları herkes anlar, bilir. Nerede bir söz ki akıl, onu idrak edemesin de hayretlere
düşsün” dediler.
Allah’da dedi ki: “ Eğer bu sana kolay görünüyorsa bu çeşit kolay, basit bir sure söyleyiver.
Cinlerinize, insanlarınıza kudret ve sanat sahibi olanlarınıza söyleyin de ehemmiyetsiz gördüğünüz âyetler
gibi bir âyet meydana getirsinler!”
Mustafa aleyhisselâm’ın “ Kur’an’ın zâhiri var, bâtını var, bâtının da
yedinci bâtına kadar bâtını var “ hadîsinin tefsiri
Bil ki Kur’an’ın bir zâhiri var… zâhirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var.
4245. O bâtının bir bâtını, onun da bir üçüncü bâtını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır.
Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir.
Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Âdem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi!
Kur’an’ın zâhiri, insana benzer… sureti görünür, meydandadır da canı gizli!
İnsanın amcası, dayısı bile insana o kadar yakın olduğu halde yüzyıl beraber yaşasalar halini bir kıl ucu
olsun göremez, anlayamaz.
Peygamberlerle velîlerin – aleyhimüsselâm – dağlara, mağaralara
gitmeleri, gizlenmek için olmadığı gibi halkta korkularından da değildir.
Onlar, mümkün olduğu kadar halkın dünyadan alâkasının kesmek ve bu
suretle insanları irşad etmek için bu işi yaparlar
4250. Veliler, halkın gözünden gizlenmek için dağlara giderler derler ya…
Hakikatte zaten halka nazaran bunlar yüz tane dağın tepesine çıkmışlar, ayaklarını yedinci kat göğün
üstüne atmışlardır.
Onla, halka nazaran yüzlerce denizden yüzlerce dağdan ötedeyken neden dağlara giderler de gizlenirler?
Velinin dağa kaçmaya ihtiyacı yoktur ki… gök tayı bile onun ardından koşar, ayağından yüzlerce nal sökülür,
düşer de yine de izine yetişemez!
Gök yüzü bile döndü dolaştı da o canın tozuna erişemedi… bu yüzden de yaslandı, gök elbiselere büründü!
4255. Hani zâhiren peri gözden gizlidir ya… insan, perilerden daha gizlidir.
Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz kat daha gizli!
Akıllıya nazaran insan bu kadar gizli olunca gayb âlemindeki seçilmiş insan nasıl olur?
Velîlerle velîlerin sözleri Musa’nın asâsıyla isa’nın afsununa benzer
İnsan, Musa’nın asâsına benzer, İsa’nın afsunu gibidir.
Müminin kalbi, adalet sahibi olan ve yardım dilenen Allah elindedir. Allah’nın iki parmağı arasındadır.
4260. Asâ, görünüşte bir sopadan ibarettir ama ağzını açtı mı bütün varlık, ona bir lokmadır.
İsa’nın afsunundaki harfe, sese bakma. Ondan, ölüm bile kaçıyor, sen ona bak!
Afsunda ki o ehemmiyetsiz, o değersiz sözlere bakma, o afsunla ölünün sıçrayıp oturuşunu seyret.
O sopayı ehemmiyetsiz görme… yemyeşil denizi nasıl böldü, onu gör!
Uzaktasın da yalnız birer kara çadırdır görüyorsun… bir adım ilerle de orduyu gör!
4265. Uzak olduğundan yalnız bir toz dumandır görüyorum ama birazcık yaklaş, ileri var da topun içindeki
adama bak!
Onun tozu, gözleri aydın eder… onun erliği, dağları yerinden söker!
Musa, çölün bir ucundan kalkıp gelince Tur dağı, onun gelişinden neşelendi, rakkas kesildi!
“ Ey dağlar, Davud’la beraber okuyun dedik; kuşları da ona teshir ettik “
âyetinin tefsiri
Davud’un yüzü Allah nuruyla parladı… dağlar, onunla beraber feryada geldiler.
Dağ Davud’a yoldaş oldu… her iki çalgıcıda bir padişahın aşkıyla sarhoş oldu!
4270. “ Dağlar Davud’un sesine ses verin, onunla beraber ırlayın” diye emir geldi. Dağla Davud… ikisi de bir
sesle seslendi, bir perdeden okudu.
Allah dedi ki: “ Ey Davud, sen yerinden, yurdundan ayrıldın… benim için hemdemlerinden cüda düştün.
Ey garip olmuş, tek ve muinsiz kalmış olan Davud, iştiyak ateşi, gönlünden şule vermekte.
Çalgıcılar, hanendeler, arkadaşlar istersin. O Kadîm Allah dağları senin huzuruna getirir.
Dağlar, sana çalgı çalarlar, şarkı okurlar, zurnacılık ederler. Hepsi de huzurunda yel gibi ses çıkarır, sesine
ses verirler.! ”
4275. Dudağı, dişi yokken dağın ses vermesi, feryat etmesi caiz oluyor ya… bil ki velînin de ağızsız, dudaksız
sözleri, feryatları var!
O her şeyden arınmış mescidin cüzülerinden her an nağmeler çıkar. O nağmelerde her an, velinin can
kulağına ulaşır.
Yanında oturanlar duymazlar, işitmezlerde o duyar, işitir. Ne mutlu o cana ki gayba inanmıştır!
Velî, kendi kendine yüzlerce söz söyler, dinler de yanında oturan kokusunu bile alamaz!
Lâmekân âleminden gönlüne yüzlerce sual, yüzlerce cevap gelir, menziline kadar erişir!
4280. Bunları sen duyarsında başkaları kulaklarını ağızlarına kadar yaklaştırsalar yine duymazlar!
Tutalım, velîlerin sessiz, harfsiz sözlerini duymuyor, işitmiyorsun; işte gördün ya… misli sende de var;
neden inanmıyorsun a sağır!
Kendi anlayışındaki kusur yüzünden Mesnevî’yi kınamaya kalkışana
cevap
Ey kınayan köpek, sen hav hav edip duruyor da Kur’an’ı kınamakla hükmünden kendimi kurtarırım mı
sanıyorsun?
Bu o aslan değil ki ondan canını halâs etmeğe muvaffak olasın, yahut kahrının pençesinden imanını
kurtarasın!
Kur’an, kıyamete kadar, ey kendilerini bilgisizliğe feda edenler, diye nida eder.
4285. Der ki: “ Siz, beni masal sandınız da kınama ve kâfirlik tohumunu ektiniz!
Fakat kınayıp da aslı yok, masaldan ibaret dediniz ama gördünüz ya… siz yok oldunuz, siz masal oldunuz.
Ben Allah’nın kelâmıyım, Allah’yla kaimim. Canın canına gıdayım; arı duru, parlak bir yakutum.
Ben, güneşin nuruyum… sizin üstünüze vurdum, sizi aydınlattım; fakat güneşten ayrılmış değilim.
Bakın, ben âşıkları ölümden kurtarmak için buracıkta akıp duran bir âbıhayatım.
4290. Hırsınız, hasediniz bu kötü kokuyu salmasaydı Allah, sizin mezarlarınıza da bundan bir katrecik saçardı.
O, Hakîm’in sözünü, o Hakîm’in öğüdünü tutmaz mıyım hiç? Her kötü ve yanlış kınama yüzünden gönlümü
bozmam, işimden, sözümden kalmam.
Seyislerin ıslık çalmaları yüzünden tayın ürküp su içmemesi
Hakîm-i Gaznevî, buyurmuştur ki: tayla anası su içerlerken,
Seyisler, atlar gelsinler, su içsinler diye ıslık çalıyorlardı.
Tay ıslık sesini duyunca başını kaldırdı, ürküp su içmekten vazgeçti.
4295. Anası“Yavrucuğum, neye ürküyor suiçmiyorsun?” diye sordu.
Tay dedi ki: “ Bunlar ıslık çalıyorlar. Hep birden ıslık çalmalarından korktum.
Yüreğim titredi, yerinden oynadı. Hep birden ıslık çalıp bağırmaları beni korkuttu.”
Anası “Dünya kurulalı abes işler de bulunanlar vardır… bu dünya böyle kurulmuş, böyle gider!
Benim akıllı yavrucuğum,sen işine bak… onların kendi saçlarını, sakallarını yolmaları yakındır!” dedi.
4300. Vakit var, tertemiz ve gür su da akıp gidiyor. Sudan ayrılırsın, ayrılık seni şahrem şahrem eder…bundan
önce davran da,
Âbıhayat’la dolu olan ırmaktan su içmeye bak…iç de senden nebatlar bitsin!
Ey gafil susuz, biz velilerin sözlerinden Hızır’ın Âbıhayat’ını içmekteyiz, gel!
Bu gür suyu görmüyorsan bari körler gibi gel de testini suya daldır.
Bu ırmakta su var, bunu duydun ya… köre, taklitle iş yapmak gerek!
4305. Suyu sayıklayıp duran testini ırmağa daldır… daldırınca ağırlaştığını anlarsın…
Anlarsın da su olduğuna inanırsın, gönlün o zaman bu kuru taklitten kurtulur.
Kör, ırmak suyunu açıkça göremez ama testinin ağırlaştığını anlayınca su olduğunu bilir.
Çünkü testi önce hafift,i ırmağa daldırılınca ağırlaştı, içi hayli suyla doldu.
Evvelce her yel beni kapıp beni götürürdü, fakat şimdi ağırlaştım” beni yel kapamaz artık.
4310. Akılsız kişileri her türlü yel kapıp gider. Çünkü onların kuvvetleri sağlam değildir.
Kötü ve hayırsız adam, lengersiz gemidir; ne demir atmıştır, ne bir yere bağlıdır; deli rüzgârlardan
kurtulamaz ki.
Akıllıya emniyet ve huzur veren akıl lengeridir… akıllılardan bir lenger dilen!
İnsan, o cömertlik denizinin inci hazinesinden akıl, fikir kazanırsa
Bunların yardımıyla gönlü marifetler elde eder, gönüllükten çıkar, yücelir… gözleri de nurlanır.
4315. Çünkü nur, gönülden doğar da bu göze vurur. Gönül olmasa gözün hiç bir şey göremez.
Gönül, akıl nurlarıyla nurlanırsa o nurlardan göze de bir pay verir.
Bil ki gökten inen mübarek su, gönüllere gelen vahiydir, dillere gelen doğru sözlülüktür.
Biz de tay gibi ırmaktan su içelim de bizi kınayan vesveseciye bakmayalım, aldırış etmeyelim.
Peygamberlerin izini izliyorsan yola düş, halkın bütün kınamalarını hava say!
4320. Yol aşan, menzil alan yol erleri ne vakit köpeklerin havlamasına kulak astılar?
Konuk öldüren mescit hikâyesinin sonu
O tertemiz aslan adama mescitte neler göründü? Sen onu söyle yine!
Mescitte, suya gark olmuş adam nasıl uyursa öyle uyudu.
Gam denizine batmış âşıkların uykusu, daima kuş ve balık uykusudur.
Gece yarısı korkunç bir sestir geldi:” Ey kendisine fayda dileyen, geleyim mi, geleyim mi?
4325. Bu şiddetli ses tam beş kere geldi, korkudan adamın yüreği çatlıyor, paramparça oluyordu.
“ Onları atlı, yaya askerlerinle çağır “ âyetinin tefsiri
Sen de din yoluna girmeyi, o yolda çalışmayı kurarsın ama şeytan, içinden seslenir:
“ A sapık, o yola gitme, eziyetlere düşer, yoksul olur, kalırsın.
Dostlarından ayrı düşer, hor hakir bir hale gelir, pişman olursun!”
Sen de o melun Şeytan’ın sesinden korkar, yakinden kaçar, sapıklığa düşersin.
4330. “ Hele yarın, hele öbür gün din yoluna girer, koşar, yürürüm… daha önümüzde vakit var” dersin.
Sağdan, soldan ölümün gelip çattığını görürsün… komşuların ölür, evlerinden feryatlar yücelir.
Derken yine can korkusuyla din yoluna girmeye niyetlenir, bir an olsun kendini adam edersin.
Ben korkup ayağımı geri çekmem diye ilimden, hikmetten silahlar kuşanırsın.
Bu sırada şeytan yine hileye sapar, seslenir:” Bu kulluk kılıcından kork, geri dön! “
4335. Yine korkar, aydın yoldan kaçar, o ilim ve hüner silâhlarını atarsın.
Yıllardır bir ses, bir bağırış yüzünden ona kulsun… hırkanı böyle bir karanlığa atmışsın.
Şeytanların bağırışlarındaki heybet, halkı kıskıvrak bağlamış, boğazlarını sıkmıştır.
Onların canları, nura kavuşmaktan öyle meyus olmuştur ki kâfirlerin ruhları da kabirdekilerin dirilmesinden
ancak o kadar meyustur.
O melunun sesinin heybeti bu olursa gayrı Allah’nın sesindeki heybet ne olur?
4340. Doğandan aslı, nesli belli olan keklik korkar. Sineğe o korkudan pay yoktur.
Çünkü doğan, sinek avlamaz ki… sinekleri ancak örümcekler avlar.
Şeytan örümcek, senin gibi sineğe galiptir. Keklikle, karakuşla işi yok!
Şeytanların bağırışları, kötü kişilere çobanlık eder. Padişahın sesiyse velîlerin bekçisidir.
Bu suretle birbirinden uzak olan bu iki ses birbirine karışmaz… tatlı denizden bir katra bile acı denize
taşmaz.
Gece yarısı mescitteki konuğa tılsım sesinin gelmesi
4345. Şimdi o şiddetli ses hikâyesini dinle. O iyi bahtlı konuk, sesi duyunca yerinden bile kıpırdamadı.
Dedi ki: “ Bu ses, bayram davulu sesi… neden korkacakmışım? Tokmağı yiyen davul; o korksun!
Ey kalbi olmayan boş davullar, can bayramınızdan kısmetiniz, tokmaktan ibaret.
Kıyamet bayramında dinsizler davul… bizse gül gibi gülmekteyiz, bayrama erişenlere benziyoruz.
Şimdi duy da bak, bu davul nasıl ses vermekte… devlet tenceresi nasıl kaynamakta*
4350. O er, davulun sesini duyunca “ Gönlüm, bayram davulundan nasıl olur da korkar?” dedi.
Kendi kendisine dedi ki: “ Gönül, titreme, korkma… yakine erişmiş kötü gönüllülerin canları öldü gitti.
Haydar gibi ya ülkeyi zaptederim ya canım bedenimden gider.”
Yerinden fırladı bağırdı: “ Ey ulu adam, işte buracıkta hazırım; hadi, ersen gel!”
Tılsım, hemencecik bozuldu, her taraftan ulam ulam altın dökülmeye başladı.
4355. Öyle altın döküldü ki oğlancağız, kapının bile kapanıp açılmayacağından korktu.
Ondan sonra o kuvvetli aslan kalktı, ta seher çağına kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı.
Altınları gömmekte, sonra yine gelip çuvallara, torbalara doldurarak dışarıya götürmekteydi.
O canıyla oynayan er, gerisin geriye çekilip kaçan korkakların rağmine definelerine sahip oldu.
Her kör ve hakikatten uzak kalmış altına tapan kişinin hatırına bu hikâyeyi duyunca derhal zâhiri altın gelir.
4360. Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takar eteklerine koyarlar.
Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya… artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı kırıkları
gelir.
Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne bu altın.
Onlar üstüne, Allah’nın adı basılmış hakikî altını kastederler. O altın, ne kesada uğrar, ne ziyana… ebedî ve
daimîdir.
O altın, öyle bir altındır ki bu zâhirî altın, parlaklığını ondan almış, kadir ve kıymeti ondan bulmuştur.
Gönül, o altından ganileşir… parlaklık ve aydınlıkta aydan bile üstündür.
4365. O mescit, bir mumdu, adamda pervane… o pervane huylu, âdeta canıyla oynamaktaydı.
Ateş, kanadını yaktı ama daha güzel kanat ihsan etti. O ateşe atılma, âşıka pek kutlu geldi, pek!
O bahtı kutlu, Musa’ya benziyordu. Ağacın civarında bir ateştir, görmüştü.
Allah, ona birçok inayetlerde bulunmuştu… o, gördüğünü ateş sanıyordu ama nurdu.
Oğul, sen de Allah erini görünce ondan insanlık ateşi var sanıyor, onu insan görüyorsun.
4370. Sen, onu kendiliğinden insan görüyorsun, halbuki o sıfat sende… bâtıl zannın ateşi de bu tarafta, dikeni
de!
O, Musa’nın ağacıdır; o, ışıklarla dopdoludur. Bir kerecik olsun ona ateş deme de nur de!
Bu dünyadan vazgeçmek de ateş görünmedi mi? Fakat salikler o makama gittiler, bu âlemi terk ettiler de
anladılar ki nurdan ibaretmiş!
Bil ki din mumu yücedir, ateşten ibaret olan mumlara benzemez.
Bu zâhirî mum nur görünür, fakat sevgiliyi yakar… din mumuysa sureta ateş görünür, fakat ziyaretçilere gül
kesilir!
4375. Bu zâhirî mum çok işler bitirir, fakat hakikatte adamı yakar. Din mumuysa vuslat zamanı gönül
aydınlatır.
Allah’ya lâyık olan pak nurun şulesi, ona ulaşanlara nur görünür ama ondan uzak kalanlara ateş gibidir.
O âşıkın Sadr-ı Cihan’la buluşması
O Buhara’lı âşık da kendisini muma atmıştı. O zahmet, aşkı yüzünden kendine kolay gelmekteydi.
Her şeyi yakıp yandıran ahı, göklere yüceliyordu. Sadr-ı Cihan’ın gönlüne merhamet gelmişti.
4380. O bir suç işledi, biz de o suçu gördük. Fakat “ Ey Allah, acaba o avaremizin hali nasıl?
Bir seher vakti kendi kendisine diyordu ki merhametimizi adamakıllı bilmiyordu ki.
Suçlu kişinin gönlüne bizden bir korkudur var… fakat korkusunda yüzlerce ümit gizli.
Ben utanmayan ve korkmayan kişiyi korkuturum. Zaten benden korkanı neye korkutayım.
Ateş, soğuk tencerenin altına konur; kaynayan coşkunluğundan baştan çıkan tencerenin altına değil!
Benden emin olanları bilgimle korkuturum; korkanlarınsa korkularını teskin ederim.
4385. Ben yamacıyım, yamanması icap eden yeri yamarım. Herkese nabzına göre şerbet veririm.
Kişinin sırrı ağacın köküne benzer. Yaprakları, o kökten feyz alırda kupkuru gövdesinden çıkar, yeşerir.
Yapraklar, köke göredir. Ağaçta böyle olduğu gibi nefislerle akıllarda da böyledir.
Vefa ağaçlarından göklere yücelmiş kollar, kanatlar var... kökleri yerli yerinde de ferileri gökte.
Aşk yüzünden gökte kollar, kanatlar meydana gelirde Sadr-ı Cihan’ın gönlüne nasıl merhamet gelmez.
4390. Gönlünde o suçu affetme denizi dalgalanmaya başladı…zaten gönülden gönüle pencere vardır!
Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz.
İki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları katışmış birleşmiştir.
Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın. Dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin!
Fakat aşk, âşıkların vücutlarını inceltir, zayıflatır… sevgililerin vücutlarını ise güzelleştirir, semirtir.
4395. Bu gönülden sevgi ve şimşeği çaktı mı bil ki o gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde Allah sevgisi arttı mı şüphe yok ki Allah seni seviyor.
Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda!
Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da nerede o susamış, diye ağlar, inler!
Bizdeki bu susuzluk suyun bizi çekmesinden ileri gelir… biz suyunuz, su bizim.
4400. Allah hikmeti ezelde bizi birbirimize âşık etti.
O ezeli hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift çifttir ve her cüz’ü de kendi çiftine âşıktır.
Âlemde her cüz’ü de muhakkak kendi çiftini ister. Kehlibar nasıl saman çöpünü çekerse her cüz’ü de
muhakkak kendi çiftini çeker.
Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle öyleyim.
Gökyüzü aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini bu, besler, yetiştirir.
4405. Yerin harareti kalmadı mı gök hararet yollar… rutubeti bitti mi rutubet verir.
Gökyüzünde bulunan ve toprağa mensup olan burç, yere yardım eder… suya mensup burç, yere rutubet
verir, yeri terü taze bir hale sokar.
Yele mensup burç yele bulutları sevk eder, yerdeki buharları ufunetleri çeker alır.
Ateş burcu da güneşe hararet verir… güneşin önü de, ardı da o burçtan kızmış, tava gibi kızarmıştır.
Kadına nail olmak için kazancının etrafında dönüp dolaşan erkek gibi felek de zamane de dönüp
dolaşmaktadır.
4410. Bu yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu çocukları emzirip yetiştirmektedir.
Şu halde yerle göğün de aklı var; böylece bil. Çünkü akıllıların işlerini işliyorlar.
Bu iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler, birbirlerini sevip koçmasalar nasıl olur da birbirlerinin muradına
dolanırlardı?
Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?
Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın diyedir.
4415. Bu birlikte âlem baka bulsun diye Allah erkekle kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi.
Her cüz’e de, diğer bir cüz’e meyil verdi… ikisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur.
Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır ama
hakikatte birdir.
Geceyle gündüz görünüşte birbirine zıttır, düşmandır; fakat her ikisi de bir hakikatin etrafında dönmekte,
ağ kurmaktadır.
İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister.
4420. Çünkü gece olmayınca insanın geliri, kuvveti olmaz… bu gelir olmayınca da gündüzler neyi harceder?
İnsanın vücudunda, kendi cinsinden başka bir şeyle hapsedilmiş olan
unsurların kendi cinslerini çekmeleri
Toprak, bedenin toprağına “ Dön geri, canı bırak, toz gibi bize gel.
Sen, bizim cinsimizdensin, bedenden, o rutubetli yurttan kurtulup bize gelmen daha doğru” der.
Beden de “ Doğru… ben de senin gibi ayrılıktan perişanım, fakat ayağım bağlı”diye cevap verir.
Sular, “ Ey yaşlı gurbetten gel, bize ulaş” diye bedenin yaşlığını aramakta.
4425. Esir, “ Sen ateştensin… aslına ulaşma yolunu tut” diye bedenin hararetini çağırıp durmaktadır.
Unsurların ipsiz, halatsız çekişleri yüzünden bedende yetmiş iki türlü illet vardır.
İllet, unsurlar, birbirlerini bıraksınlar diye bedeni koparıp dağıtmak üzere gelir.
Bu unsurlar ayakları bağlı dört kuştur. Ölüm, hastalık ve illet de onların ayak bağlarını çözer.
Birbirlerine bağlı olan ayakları çözüldü, açıldı mı her unsur kuşu hemencecik uçuverir.
4430. Bu asıllarla feri’lerin birbirlerini çekişi yüzünden her an bedenimizde bir illet zuhur eder.
* Kuşa benzeyen her cüz’ün aslına uçması için bu ulaşmayı bozup yırtmak ister.
Fakat Allah’nın hikmeti, bu aceleye mâni olur. Onları ecel gelinceye kadar sıhhat vasıtasıyla toplu tutar.
“ Ey cüz’ler, daha ecel gelip görünmedi. Ecelden önce kanat çırpmanızda bir fayda yok” der.
Her cüz’ü, kendi aslına arkadaş olmayı diler, ararsa ayrılıkta kalan bu garip canın hali ne olur. Var, sen
kıyas et!
Canın da ruhlar âlemine çekilmeyi dilemesi, onun da vatanına gitmeyi
ve ayağının bağlayan şu cisme ait cüz’ülerden kurtulmayı istemesi
4435. Can der ki: “ Ey benim şu yeryüzüne mensup cüz’ülerim benim garipliğim sizin garipliğinizden daha
acı… ben, arşa mensubum.”
Tenin meyli, yeşilliğe, akarsuya… çünkü aslı ondan.
Canın meyli ise diriliğe, diriye. Çünkü aslı Lâmekân’ın canı!
Can, hikmete, bilgilere… ten, bağa, bahçeye, üzüme meyleder.
Can, yücelmeye, yükselmeye can atar; ten, kazanca, ota, yiyeceğe, içeceğe!
4440. O yücelmenin aşkı, o yücelmenin meylide canadır. “ Allah onları sever onlarda Allah’yı” âyetini bundan
anla!
Bunu anlatmaya kalkışsam sonu, ucu gelmez… Mesnevi’ye, daha böyle sekiz misli kağıt bile yetişmez!
Hasılı kim bir şey isterse istediği şey de ona rağbet eder.
İnsan, hayvan, nebat, cemat… her şey, birbirine âşıktır. Bir adam, bir şeyi sevdi de muradı o oldu, başka
bir şey dilemez bir hale geldi mi o muradı olan sevgilide muratsız hale gelen âşıkına âşıktır.
Muratsız hale gelen âşıklar, bir murat etrafında döner, dolaşır, yalnız sevgililerini dilerler ama muratları,
maksatları olan sevgililer de onları kendilerine çekip dururlar.
4445. Fakat âşıkların meyil ve muhabbetleri, âşıkları zayıf bir hale getirir… mâşukların meyil ve muhabbeti ise
onları güzelleştirir, parlak bir hale sokar!
Sevgililerin aşk,ı onların yanaklarını parlatır; âşıkların aşkı, âşıkların canlarını yandırır!
Kehlibar, niyazdan müstağni davranan bir âşıktır…o uzun yola düşen, o uzun yolda savaşansa saman
çöpü!..
Bunu bırak… o susamış âşıkın aşkı, Sadr-ı Cihan’ın gönlünde parladı.
O aşkın, o ateşgedenin dumanı ona kadar vardı, gönlünü yumuşattı.
4450. Fakat onu aramayı namusuna, kibrine yediremiyordu.
Merhameti, o yoksula müştak olmuştu; saltanat bu lûtfa mâni oluyordu.
Akıl burada hayran… acaba bu mu onu çekti, yoksa bu çekiş, o taraftan mı oldu?
Cür’etten vazgeç… sen, bunu bilmezsin, anlamazsın. Dudağını yum, gizli sırrı Allah daha iyi bilir.
Bundan böyle bu sözü, gizleyeyim… beni o çeken, çekmekte; ne yapayım ben?
4455. Ey bir işe sarılıp savaşan, onu güzelce başarmaya uğraşan, seni çeken… bundan bahsetmeye
bırakmayan kim?
Bir yere gideyim diye yüzlerce defa karar verir, davranırsın… fakat seni bir saik, başka yere çeker durur.
Binici, dizgini her tarafa çevirir, taki ham at üstünde bir binicinin bulunduğunu, başı boş bulunmadığını
anlasın diye.
Fakat terbiyeli at, üstünde binici olduğunu bilir, bundan dolayı iyi yürür.
O yok mu? Senin gönlünü yüzlerce sevdaya bağlamış, nihayet seni muratsız bir hale getirmiş de sonrada
gönlünü kırıvermiştir.
4460. İlk kararının kolunu kanadını kırdı ya… peki, niçin o kanat kıranın varlığı doğru olmuyor, niçin kendini
ona teslim etmiyorsun?
Onun kaza ve kaderi senin tedbir ipini koparıverdi… pekâlâ neden kaza ve kaderine inanmıyor, niçin
kazasına rıza vermiyorsun?
Allah, kuvvet ve kudretin yalnız kendisinde olduğunu anlatmak için
insanların karar verdikleri şeyleri bozar, zıddını meydana getirir. Bazen
da kararında azmetsin, yapacağı şeye tamah eylesin diye o kararı
bozmaz da sonunda bozar, bu da tembih üstüne tembih olur
Yapacağın işlere iyice niyetlenir, yapmayı kurar, kararlaştırırsın. Bazan bu kararın denk gelir.
Gönlün tamahtan düşer, niyetini sağlamlarsın. Sonra tekrar o niyet bozuluverir!
Seni tamamıyla muratsız bir hale getirseydi gönlün ümitsizlenirdi, dilek tohumunu nasıl ekebilirdin?
4465. Ama emel tohumunu ekseydin, akılsız bir hale düşseydin Allah hükmünde olduğun, onun emrinin
altında bulunduğun nasıl meydana çıkardı*
Âşıklar, muratsız kaldılar da Allah’larından haber aldılar.
Muratsızlık, cennete kılavuzdur. Ey yaradılışı güzel, “ Cennet, istenmeyen, hoşa gitmeyen şeylerle,
murada nail olmayışlarla kaplanmıştır” hadisini işit!
Senin muratlarının, görüyorsun ya, ayakları kırık… ama öyle adam vardır ki bütün muratları olur.
Şu halde onun tarafından gönülleri kırılanlar, onun yolunda onun aşkında doğru olanlardır. Fakat nerede
âşıkların gönül kırıklığı, nerede başkalarından gönül kırıklığı,
4470. Akıllıların gönülleri, mecburî kırılır… dilediklerini yapamazlar, meyus olurlar. Âşıklarda ise yüzlerce
ihtiyar var, dilediklerini yüzlerce kere yapabilirler, öyle olduğu halde ona tabi olurlar, gönülleri bu yüzden
kırılır; emellerine bu yüzden erişememişlerdir.
Akılı başında olanlar, bağla bağlanmış kullardır, âşıklar ise hürdür, şekerlenmiş, ballanmış canlardır onlar!
Akıllıların yuları “ zorla gelin “ emridir; gönlünü kaptıranların baharı “ dileyerek gelin “ emri!
Peygamber aleyhisselâm’ın esirlere bakıp gülerek “ Şaşarım bu kavme ki
onları cennete zincirlerle, bukağılarla sürüklüyorlar “ demesi
Peygamber, bir bölük esir gördü. Onları çekip sürüklüyorlardı, hepside feryadü figan ediyordu.
O sırları bilen aslan, zincirlere vurulmuş olduklarını gördü, gizlice onlara bakmaya başladı.
4475. Her biri hiddetinden o Hak Peygambere dişlerini gıcırdatmakta, dudaklarını çiğnemekteydi.
Fakat bu kadar kızgın oldukları halde ağız açmaya kudretleri yoktu… hepsi de on batmanlık kahır zincirine
vurulmuştu.
Memur, onları şehre doğru çekmekte, küfür ülkesinden alıp kahırla sürüklemekteydi.
Ne yerlerine başkası kabul ediliyor, ne koyuverilmeleri için para alınıyor, ne de bir ulu kişi onlara şefaat
ediyordu.
Peygamber’e “ Âlemlere rahmet” diyorlar ya… öyle olduğu halde bütün bir âlemin boynunu, boğazını
kesiyordu.
4480. Onlar Peygamber’i binlerce defa inkâr ederek, ağızlarının içinden hareketini kınayarak gidiyorlardı.
Diyorlardı ki: Nice çarelere başvurduk, çare olmadı. Zaten bu adamın yüreği taş gibi katı .
Biz, binlerce Alpaslanken iki üç çıplak ve yarı canlının elinde.
Bu derece âciz kaldık… uygunsuz hareketimizden mi, yıldızımızın düşüklüğünden mi… yoksa sihirden mi?
Bahtı, bahtımızı yırttı; tahtı, tahtımızı baş aşağı etti.
4485. İşi, sihirle yüceldi, büyüdüyse bir de sihir yaptık, neden tutmadı, neden tesir etmedi?
“ Fetih istiyorsanız işte size Fetif âyetinin tefsiri… ey kınayanlar,
diyordunuz ki “ Benimle Muhammed aleyhisselâm’dan hangimiz
doğrucuysak Yarabbi, sen onu kazandır, ona yardım et! “ Bu sözü,
dinleyenler sizi doğruluk istiyorsunuz, bir gareziniz yok sansınlar diye
söylemekteydiniz. Hak kimdedir, görün diye işte biz de şimdi
Muhammed’e yardım ettik
Eğer dâvamız doğru değilse bizim kökümüzü sök diye putlara da dua ettik, Allah’ya da.
Hak kimdeyse, kim doğrucuysa ona yardım et, onun yardımında bulun, biz doğruysak bize, o doğruysa ona
muin ol dedik.
Bu duada çok bulunduk, Lât, Uzzâ ve Menât’a nice secdeler ettik;
Dedik ki : Eğer Muhammed haksa meydana çıkart, değilse onu bize zebun et.
4490. Şimdi onun Allah yardımına mazhar olduğunu gördük işte… biz, umumiyetle zulmetmişiz, o nur!
Bu, bize cevap: Dilediğiniz işte meydana çıktı, hanginizin doğru olduğu açığa vuruldu.”
Sonra yine fikirlerindeki bu düşünceyi körletiyorlar, bu sözleri bırakarak diyorlardı ki:
“ Bu düşüncemiz de işimizin tersine gitmesinden meydana geldi; gönlümüzde onun doğru olduğuna dair bir
düşüncedir peydahlandı.
Birkaç kere galip geldiyse ne oldu ki… bundan ne çıkar? Zaman da herkese galebe çalıyor!
4495. Biz de zamaneden kâm aldık, bizim bahtımız da yaver oldu… biz de ona birkaç kere üst geldik.”
Sonra yine “ O da mağlûp oldu ama mağlûp oluşu, bizim mağlup oluşumuz gibi çirkince, alçakça değildi.
İyi bahtı o bozgunlukta, o mağlûbiyette bile ona el altından gizlice yüzlerce neşe verdi.
Hattâ o, hiç de mağlûba benzemiyordu. Ne gamı vardı, ne üzülüyordu” demekteydiler.
Müminlerin nişanesi mağlûbiyettir ama müminin alt oluşunda da bir güzellik var!
4500. Misk ve amberi kırsan dünyayı güzel kokularla doldurursun.
Fakat ansızın eşek tezeğini kırsan evler, baştanbaşa pis kokuyla dolar.
Peygamber, perişan bir halde Hudeybiye’den dönerken “ İnna Fetahnâ” devletinin davulu çalındı.
Rasûl aleyhisselâm’ın Hudeybiye’den dönüşüne Ulu Allah’nın “ İnnâ fetahnâ “ diye fetih demesindeki sır… o
dönüş görünüşte muratsızlığın ta kendisiydi, fakat hakikatte fetihti. Nitekim miski kırmak da görünüşte kırma,
hakikatte onun misk oluşunu bildirmek, faydalarını tamamlamaktır
Allah devletinden haber geldi: “ Yürü, bu zafere erişemediğinden gam yeme.
Şimdi elindeki bu horluk yok mu? Nimetlere erişmen demektir. İşte şuracıktaki filân kale, filân yer senin!”
4505. Hakikatten de oradan çabucak dönünce bak hele, Kurayza’nın Nazîr’in başına neler geldi,
O iki kaleyle çevrelerindeki yerler teslim oldu, ganimetlerden faydalar elde ettiler.
Öyle olmasa bile şu taifeye bak… onlar gam içinde, keder içinde Allah’ya meftun ve âşıklar.
Zehri şeker gibi yemekteler… gam dikenlerini deve gibi otlamaktalar!
Hem de bunu, gamdan kederden kurtulmak için de yapmıyorlar; gama uğradıklarından yapıyorlar. Bu
horluk, onlarca rütbelere, mevkilere erişmek!
4510. Kuyunun dibinde öyle neşeliler ki oradan çıkıp taca, tahta nail olacağız diye korkuyorlar.
Sevgiliyle beraber oturduğum yer, yerin altı da olsa yine arştan yücedir.
Mustafa aleyhisselâm’ın “ Beni Yunus ibn-i Metta’dan üstün tutmayın “
hadisinin tefsiri
Peygamber dedi ki: “ Benim miracım, Yunus’un miracından üstün değildir.
Benimki göklere çıkmakla oldu, onun ki yerlere inmekle… zaten Allah yakınlığı hesaba sığmaz ki.
Yakınlık, ne yukarıya çıkmaktır, ne aşağıya inmek. Allah yakınlığı, varlık hapsinden kurtulmaktır.
4515. Yok olana yukarı nedir, aşağı ne? Yok olanın ne yakınlığı olur, ne uzaklığı, ne geç kalışı!
Allah’nın sanat yurdu da yokluktandır, hazinesi de. Sen, varlığa aldanmış kalmışsın, yokluk nedir, ne
bileceksin?
Hulâsa onların kırıklığı hiç bizim kırıklığımıza benzer mi a ulu kişi?
Onlar, biz ikbale erişip yücelince nasıl neşelenirsek horluğa düşüp ellerindekini telef edince öyle
neşelenirler.
Bu çeşit adamın malı, geliri, yokluk varlığından ibarettir. Yoksulluk, horluk, ona iftihardır, yüceliktir.
4520. Esirlerden biri dedi ki: “ Peki niçin Peygamber, bizim halimizi görmedi.. bizi böyle zincirlere vurulmuş
görünce nasıl oldu da güldü.
Hani onun huyları değişmişti, hani o Allah huylarıyla huylanmıştı da neşesi ne bu zindanın lezzetlerindendi,
ne bu zindan dan kurtulduğundan.
Pekâlâ ya neden düşmanlarının kahroluşundan neşeleniyor, neden bu fetihten bu zaferden gururlanıyor?
Erkek aslanlara kolayca üstün geldi, muzaffer oldu diye neşelenmekte.
Gayri anladık ki o da hür değil… dünyadan başka hiçbir şeyle memnun değil, başka bir şeyden gönlü şad
olmuyor?
4525. Yoksa nasıl gülebilir ki? O dünya ehli, iyiye de merhamet eder, kötüye de... iyiyi de esirger, kötüyü de”
Esirler, birbirleriyle bunu konuşuyor, birbirlerine bunu fısıldıyorlardı.
Memur duymasın, duyarsa o padişaha söyler, sözlerimiz kulağına gider diye fısıltıyla konuşuyorlardı.
Peygamber aleyhisselâm’ın onların kınamalarını dırıltılarını duyması
Memur, o sözü duymadı ama Allah bilgisine sahip olan Peygamber’in kulağına vardı.
Yusuf’un gömleğini alıp götüren, gömleğin kokusunu duymadı da Yakup duydu.
4530. Şeytanlar, gökyüzünün çevresinde döner, dolaşırlar da yine Levh-i Mahvuz’daki gayp sırlarını
duyamazlar.
Muhammed’se dayanıp yatmış, uyurken o sır gelir, başucunda döner durur!
Helvay,ı kime nasipse o yer; parmakları uzun olan değil!
Delici Şahab, şeytanları, hırsızlığı bırakın da Ahmed’ den sır öğrenin diye kovar, sürer.
Ey iki gözünü de dükkana dikmiş, ümidini oraya bağlamış adam, kendine gel, mescide yürü de rızkını
Allah’dan iste!
4535. Peygamber, onların sözlerini duyup söylediklerini anladı da dedi ki: “ O gülüş, savaşta galebe ettim
diye değil ki.
Onlar ölmüşlerdir, yokluk âleminde çürüyüp gitmişlerdir. Bizce ölüyü öldürmeye kalkışmak erlik değildir.
Onlar da kim oluyor ki? Ben savaşta ayak diredim mi ay bile yarılır!
Hani hür olduğumuz, mevki ve şeref sahibi olduğunuz zamanlar yok mu… işte ben, o vakit sizi böyle
bağlanmış zincirlere vurulmuş görüyordum.
Ey malla, mülkle, soyla, sopla nazlanan, sen akıllı kişinin yanında oluk üstündeki devesin!
4540. Ten suretinin leğeni damdan düşünce gelecek gelir çatar sözü gözümün önünde tahakkuk etti, gelecek
şeyler geldi çattı!
Üzüme bakıyor, şarabı görüyorum… yok’a bakıyorum, açıkça var’ı görüyorum.
Sırra bakmakta, daha dünyada Âdem’le Havva vücuda gelmemişken gizli bir âlem görmekteyim.
Siz, daha Elest deminde zerrelerden ibarettiniz… daha vakit ayaklarınız bağlı, baş aşağı ve alçalmış bir
haldeydiniz; sizi öyle görüyordum ben.
Direksiz, desteksiz gökyüzü yaratılmadan bildiğim şeyler, âlem yaratıldıktan sonra da hep o… hiç artmadı.
4545. Ben, daha sudan, topraktan vücut bulmamış, bu surete bürünmemişken sizi baş aşağı olmuş
görüyordum.
Siz ikbaldeyken de bunu böyle görüyordum. Yeni bir şey görmedim ki sevineyim!
Gizli bir kahra uğramış, gizli bir kahırla bağlamıştınız. Gayri bu ne kahırdır, bunu kim anlar? Siz şeker
yerdiniz de o şeker de zehir olurdu.
Böyle zehirlerle dolu şekeri düşman yerse afiyet olsun… Neden ona haset ediyorsun ki?
Sizde o zehri neşe ile içiyordunuz: eceliniz, gizlice kulaklarınızı tıkamıştı.
4550. Ben üst geleyim de dünyayı zaptedeyim diye harb etmiyorum ki.
Çünkü bu cihan murdardır, pistir. Ben böyle pis bir şeye nasıl haris olurum?
Köpek değilim ki ölünün perçemini çekip koparayım. Ben İsa’yım, ölüyü diriltmeye gelirim.
Sizi helak olmaktan kurtarayım diye savaş saflarını yarmaktayım.
İnsanların başlarını; yüceleyim, devlete erişeyim diye kesmem.
4555. Kessem kessem bütün âlem kurtulsun diye birkaç baş keserim.
Çünkü siz, bilgisizliğinizden pervane gibi ateşe atılmaktasınız.
Bense sizi ateşe düşmeyesiniz diye sarhoşçasına iki elimle ateşten kovmaktayım.
Siz kendinizi fetihler elde ettiniz, üst geldiniz sanıyorsunuz ama asıl o vakit bahtsızlık tohumu ekiyordunuz.
Hadi gayret, hadi gayret diye birbirinizi teşvik ediyordunuz ama âdeta ejderhanın üstüne at sürüyordunuz.
4560. Gûya kahır ediyordunuz, halbuki kahrın ta kendisine çatmıştınız… asıl siz zaman aslanının kahrıyla
kahrolmuştunuz!
Azgın, âlemi kahrederken kahrolmuş, üst gelmişken esir düşmüş
demektir
Hırsız, ev sahibini kahreder, altın çalar… hırsızlıkla meşgulken valinin adamları gelip çatar.
Eğer o anda ev sahibinden kaçsaydı vali, ona o adamları yollar mıydı hiç?
Hırsızın kahredişi, kahrolmasıdır; çünkü onun kahredişi, kendi başını kapar.
Ev sahibine üstün oluşu, hırsıza bir tuzaktır...bu suretle vali gelir, hırsızı kısas eder.
4565. Sen halka galip geldin, savaşta üst oldun ama Allah, seni çeke çeke zincire vurmak için onları
mahsustan mağlûp etmiştir.
Kendine gel de mağlûp olanın ardını bırak, dizginini kas, pek at sürme… ezilir, paralanırsın sonra!
Seni bu suretle tuzağa düşürdü mü ondan sonra o kalabalığın saldırışını görürsün sen.
Akıl, bu üstünlükte bozgunluğu görürken nasıl olur da sevinir?
4570. İleriyi gören akıl gözü keskindir. Allah, o gözü kendi sürmesiyle sürmelemiştir.
Peygamber, “ Cennet ehli olanlar, bazı şeyler yüzünden savaşlarda, düşmanlıklarda mağlup ve zebun
olurlar” dedi.
Bu alt oluş, bu zebunluk; noksan yüzünden, gönüllerinin kötülüğünden, yahut da din zayıflığından değil,
son derecede ihtiyata riayet ettiklerinden, düşüncelerine inanmadıklarındandır.
Peygamber, Hudeybiye’de kâfirlere üstün gelmişken gizlice “ İman etmiş erler olmasaydı” hikmetini işitti.
Müminlerin halâs olması için melûn kâfirlerden el çekmek farz oldu.
4575. Hudeybiye ahdi nasıl oldu, oku da “ Allah, kâfirlerin ellerini çekti, size dokunamadılar” ne demektir
tamamıyla anla!
Peygamber galip gelmişken bile kendisini Allah tuzağında mağlup olmuş gördü de
“ Ben sizi ansızın bastırdım, zincirlere vurdum diye gülmüyorum.
Sizi zincirlerle, bukağılarla selviliklere, güllük, gülistanlıklara çekiyorum da ona gülüyorum.
Ne şaşılacak şey… sizi zincirlere vurup amansız ateşten çayırlıklara, çimenliklere götürüyorum.
4580. Cehennemden ağır zincirlerle ta ebedî cennete kadar sürükleyip götürüyorum, dedi.
İyi, kötü: Bu yolda her mukallidi de böylece bağlı olarak Allah kapısına çekerler.
Velilerden başka herkes, bu yolu korku ve belâ zinciriyle aşar.
Gayret et de nurun parlasın, aydın olsun… sülûkun, hizmetin kolaylaşsın.
4585. Çocukları da zorla mektebe götürürsün ya… çünkü onların gözleri kördür, faydalarını görmezler.
Ama mektebin faydasını anladılar mı koşa koşa giderler, içleri açılır, neşe duyarlar.
Çocuk mektebe kıvrana, kıvrana gider. Çalışmasına karşılık hiçbir şey görmemiştir ki!
Fakat kesesine birkaç para gündelik kondu mu geceyi hırsız gibi uykusuz geçirir.
Gayret et de ibadetinin karşılığı gelsin… bak o zaman ibadet edenlere nasıl haset edersin.
4590. Mukallitlere “ Zorla gelin”, yaradılışı temiz kişilere de “ İsteyerek gelin” denmiştir.
Bu, Allah’yı bir maksat için sever, öbürünün dostluğunda hiçbir garez, hiçbir maksat yoktur.
Bu, dadısını sever ama süt için sever. Öbürünü ancak onu âşık olduğundan, o görünmeyen güzele gönül
verdiğinden sever.
Çocuk, dadının güzelliğini anlamaz ki… onda sütten başka bir istek yoktur.
Öbürüyse zaten dadıya âşıktır... bu sevgide muradı, maksadı ancak ona ulaşmaktır.
4595. Şu halde Allah’dan bir şey umarak, Allah’dan korkarak sevenler, taklit defterinden ders okumaktadırlar.
Nerede Hakk’ı ancak hak için seven, garezlerden, maksatlardan ayrılmış âşık?
Fakat ister öyle sevsin, ister böyle… madem ki Allah’yı diliyor, onu Hakk’a çeken yine Hakk’tır.
Daima Allah’nın hayrına nail olayım diye Allah’yı seven de,
Allah’dan başkasına gönül vermekten korkup ancak onu seven de.
4600. Her ikisinin bu sevgisi, bu arayıp taraması da o âlemdendir… bu gönül kaptırma, o dilberden. O güzelin
güzelliğinden ileri gelmedir.
Sevgilinin; âşıkı âşıkın bilmediği, ummadığı, aklına bile gelmediği halde
kendisine çekişi… bu çekiş yüzünden âşık, daima sevgiliyi arayıp durmakla beraber korkuyla karışık bir
ümitsizliğe düşer, başka bir eseri
belirmez
Şimdi şuraya geldik: Eğer Sadr-ı Cihan o âşıkı gizlice çekmese, dilemese, istemeseydi.
O âşık, ayrılığa tahammül edemeyecek bir hale gelir, ona kavuşmak için tekrar koşa koşa yollara düşer
miydi?
Sevgililerin meyli gizlidir, örtülüdür… fakat âşıkın meyli iki yüz davul zurnayla ilan edilir, o kadar
meydandadır.
Burada ibret için bir hikâye söylemek var ama Buhara’lı âşık beklemekten âciz oldu.
4605. Sevgilisini arayıp duruyor, ölmeden kavuşsun, yüzünü görsün diye söylemekten vazgeçtik.
Ölümden kurtulsun, kurtuluşa erişsin… çünkü sevgiliyi görmek, Âbıhayat içmektir.
Görülmesi, ölümü gidermeyen sevgili, sevgili değildir. Onun ne meyvesi vardır, ne yaprağı!
Ey iştiyak çeken sarhoş, iş, o iştir ki sen o işteyken ölüm bile gelip çatsa sana hoş gelsin.
Delikanlı, iman doğruluğunun nişanesi, o sırada ölsen bile sana ölümün hoş gelmesidir.
4610. Canım, imanın böyle değilse kâmil değildir demek… yürü, dini tamamlamaya savaş!
Hangi işe girişirsin de o işte sana ölüm bile hoş gelirse sevdiğin iş, işte o iştir.
Ölümün kötülüğümü gitti mi zaten artık o ölüm, değildir, ölümün bir suretidir, bir göçmeden ibarettir, o.
Ölümdeki kötülük gitti mi ölümde fayda var demektir. Gayri dosdoğru anlaşıldı ki ölüm geçti gitti!
Sevgili dediğin bir Hak’tır, bir de Allah’nın “ Sen benimsin, ben senin” dediği.
4615. Şimdi kulak ver de dinle: Aşk, âşıkı liften örme ipliklerle bağlamış… sürükleyip getirdi.
Sadr-ı Cihan’nın yüzünü görür görmez sanki can kuşu, bedeninden uçup gitti.
Bedeni kuru bir ağaç gibi kalakaldı… tepesinden tırnağına kadar buz kesildi!
Yüzüne gül suları serptiler, yanında buhurlar yaktılar… neler yaptılarsa faydasız… kıpırdamadı, seslenmedi
bile!
Padişah, onun safran gibi sararmış yüzünü görünce atından indi, yanına geldi.
4620. Dedi ki: “ Âşık hararetle sevgiliyi arar… fakat sevgili geldi mi o âşık yok olur, kendisinden geçer gider!
Sen Allah âşıkısın; Allah, ona derler ki geldi mi sen de bir kıl kadar olsun varlık kalmaz.
O nazarın karşısında senin gibi yüzlercesi fanidir… hocam, meğerse sen kendini yok etmeye âşıkmışsın!
Sen bir gölgesin, güneşe âşıksın…. Şems geldi, elbette gölge derhal yok olur!
Sivrisineğin Süleyman aleyhisselâm’a gidip rüzgârdan şikâyet ederek
hakkını istemesi
Bir sivrisinek, çayırlıktan, çimenlikten gelip Süleyman’ın huzuruna çıkarak hakkını istedi de dedi ki:
4625. “ Ey Süleyman, Şeytanlar, insanoğulları ve periler arasında adaleti yaydın;
Kuş da senin adaletine sığınmış, balık da. Kimdir o kaybolan, kimdir o mahrum ki adaletin, onu arayıp
bulmamış olsun?
Bize de insaf et, bizim de hakkımızı al… çok perişanız… bağdan da nasibimiz yok, gül bahçesinden de!
Her zayıf kişinin müşkülünü halledersin… sivrisinek, zaten zayıflığın misalidir.
Biz, zayıflıkla, kanadı kırık olmakla, âcizlikle tanınmışız… sen lûtufla, yoksullara yardımla tanınmışsın.
4630. Sen, kudret derecelerinin en sonuna varmışsın… biz, âcizliğin, zavallılığın son derecesine varmışız!
İmdat et, bizi bu gamdan kurtar… ey eli, Allah eli olan, elimizi tut! “
Süleyman “ Ey hak isteyen, kimden şikayet ediyorsun? Söyle.
Kimdir o zalim ki ululuk satarak sana zulmetti, yüzünü, gözünü tırmaladı?
Bizim zamanımızda zalim nerede? Şaşılacak şey… nasıl oluyor da hapsedilmemiş, nasıl oluyor da bizim
zindanımızda değil?
4635. Bizim doğduğumuz gün zulüm öldü…. kimdir bizim zamanımızda zulmeden?
Nur geldi mi zulmet yok olur. Zulmün aslı ve arkası da zulmettir.
Bak, şeytanlar, bizim için çalışmada, kazanmada, bize hizmet etmede… hizmetten çekinenler de zincirlerle
bağlanmış, bukağılarına vurulmuş!
Zalimler, Şeytan’ın iğvasiyle zulmederler, zalimlerin zulmünün aslı Şeytan’dan gelir… Şeytan, bağlarla
bağlanmış, zincirlere vurulmuşken nasıl olup da zulümde bulunabilir?
Allah, bize padişahlığı; halk göklere el açıp ağlamasın diye verdi.
4640. Ah ve feryatların yücelere çıkmasın, gök yüzüyle süha yıldızı ıstıraba düşmesin.
Arş yetim feryadıyla titremesin, hiç kimse sitemle perişan olmasın diye bize saltanat ihsan etti.
Göklere “ Yarabbi” sesi çıkmasın diye ülkelerde yol yordam olarak bu adaleti, bu ihsan kaidesini bir kanun
haline getirdik.
Ey mazlûm gökyüzüne bakma… zamanede gök gibi ihsan ve feyz sahibi bir padişahın var” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Benim feryadım rüzgârın elinden… o bize zulüm ellerini uzattı, bize zulmetti.
4645. Onun zulmünden daraldık, onun yüzünden dudağımız yumulu, kanlar yutmaktayız!
Süleyman aleyhisselâm’ın acıklanan sivrisineğe düşmanını da
mahkemeye getirmesini emretmesi
Süleyman, “ Ey güzel sesli, Allah emrini candan dinlenmek gerek.
Allah bana dedi ki: “ Ey adalet sahibi, hasmı da hazır olmadıkça kimsenin şikâyetini dinleme.
İki hasım da hazır olmazsa hâkim, hak hangisindedir, bilemez.
Birisi yalnız gelse de yüzlerce şikâyette bulunsa, yüzlerce feryat etse bile sakın ha, sakın... hasmı olmadıkça
sözünü kabul etme.
4650. Ben fermandan yüz çeviremem. Hadi git, hasmını al, öyle gel” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Sözün doğru, delilin tam yerinde… düşmanım rüzgâr, o da senin emrinde!”
O padişah “ Ey seher yeli, sivrisinek, zulmünden feryat ediyor… gel,
Hadi, geç hasmının karşısına da anlat, ona cevap ver, dâvasını reddet!” dedi.
Rüzgâr, bu emri duyunca çabucacık esip geldi… fakat sivrisinek kaçma yolunu tuttu!
4655. Süleyman “ A sivrisinek nereye? Dur da ikinizi de dinleyip hüküm vereyim” dedi.
Sivrisinek dedi ki: “ Padişahım, ölümüm, onun varlığından… zaten günüm, onun dumanından kararmakta.
O gelince ben nasıl durabilirim? Benim kökümü kazan o! ”
Tıpkı bunun gibi Allah tapısını arayan da Allah geldi mi yok olur.
O vuslat ebedîlik içinde ebedîliktir ama o ebedîlik yokluk suretinde tecelli eder.
4660. Nur arayan gölgeler, nur zuhur etti mi yok olur.
Âşık, başını verince akıl kalır mı gayrı? Her şey helâk bulur, yalnız onun hakikati kalır.
Onun hakikatine karşı var da yok olur, yok da. Yoklukta varlık… bu, pek acayip bir şey!
Bu makamda akıllar elden çıkar, kalem buraya vardı mı kırılır, bir şey yazamaz olur!
Sevgilinin, kendine gelsin diye âşıkına iltifat etmesi
Sadr-ı Cihan, o âşıkı yavaş, yavaş istiğrak âleminden çekmekte, söz söyleme makamına getirmekteydi.
4665. Padişah âşıkın kulağına dedi ki: “ Ey yoksul, eteğini aç, sana altın saçmaya geldim.
Canın ayrılığımla halecan içindeydi… İmdadına geldim, nasıl oldu da ürküp kaçtı?
Ey ayrılığımla dünyanın soğuğunu, sıcağını, kahrını, kahrını, lûtfunu gören âşık, kendine gel, dön geriye!
Akılsız bir tavuk, deveyi evine konuk götürür.
Fakat deve, tavuğun evine ayak atar atmaz ev yıkılır, dam çöker!
4670. Bizim aklımız, fikrimiz de tavuk kümesinden ibaret. Salih’in aklıysa Allah devesini arar.
Deve, başını suya, toprağa daldırınca orada ne toprak kalır, ne can, ne gönül.
Aşk öyle bir fazilettir ki insanı faziletler sahibi yapar… fakat insan, bu haddinden fazla dileyiş yüzünden hem
pek zalimdir, ham de pek cahil!
İnsan hakikaten bilgisizdir; Hele bu müşkül avda büsbütün bilgisiz. Bir tavşan, aslanı kucaklamaya çalışıyor!
Eğer aslanı bilseydi, görseydi hiç kucaklamaya kalkışır mıydı, buna imkân mı var?
4675. İnsan, canına da zulmeder, nefsine de… fakat şu zulme bak, şu zulmü gör ki adaletlerden bile topu
kapar, adaletlerden bile üstündür, ileridir.
Bilgisizliği ilimlere üstattır… zulmü, adaletlere doğru yol gösterir.
Sadr-ı Cihan, bu nefesi kesilmiş âşık, ona ben nefes bağışlayınca dirilir, kendine gelir diye âşıkın elini
tuttu,
“ Bu bedeni ölü, bu canı uyanık âşık, benimle diriliyor. Şu halde o, benim canım… bana yüz tutuyor.
Ben onu bu candan yücelteyim, bu cana muhtaç olmasın. Ona bir can bağışlayayım da ihsanımı onunla
görsün!
4680. Nâmahrem can, sevgilinin yüzünü göremez. Dostun yüzünü ancak aslı onun civarında olan can görür.
Bu dosta kasap gibi üfüreyim de o lâtif ruhu derisinden çıksın deyip,
Âşıka “ Ey belâlar yüzünden bedeni terk edip giden can, vuslat kapımızı açtık, gel gel!
Ey varlığımız, yokluğuna, sarhoşluğuna sebep olan… ey varlığı, varlığımızdan ibaret bulunan âşık!
Şimdi ben sana dilsiz, dudaksız yeniden yeniye eski sırlar söyleyeceğim dinle!
4685. Dilsiz, dudaksız söyleyeceğim, çünkü şu diller, dudaklar, bu nefesten ürkerler. Bu nefes, gizli bir
ırmağın kıyısında yetişir, meyve verir!
Şimdi can kulağını aç da “ Allah dilediğini yapar sırrını duymaya hazırlan” dedi.
Âşık, vuslata çağrıldığını duyunca yavaş yavaş kımıldanmaya başladı.
Âşık, topraktan da aşağıyı değil ya… toprak bile sabah rüzgârının işvesiyle yeşiller giyinir, yokluktan başını
kaldırır!
Meniden de aşağı değil ya… meni bile Allah emrini duyar da güneş yüzlü Yusuflar meydana getirir!
4690. Rüzgârdan da aşağı değil ya… Kün emrini işitir de rahimde tavus olur, güzel güzel söz söyleyen kuş
kesilir!
Taştan, topraktan meydana gelen dağdan da aşağı değil ya…. deve doğurur da o deveden de deve
yavrusu doğar!
Bunların hepsini bir tarafa bırak, yokluk koskoca bir âlem doğurmadı mı? Hâlâ da her an bütün varlıklar
ondan doğmuyor mu?
Âşık, sıçradı, titredi, neşeli neşeli bir iki döndü, bir iki çark vurdu… yere kapandı, secdeye vardı!
Âşıkın kendine gelmesi ve sevgiliyi övmeye başlaması sevgilinin
şükretmesi
Dedi ki: “ Ey çevresinde canın tavaf edip durduğu Allah ankası… şükrolsun, kaf dağından geri döndük,
4695. Ey aşkın kıyamet yerinde İsrafillik eden sevgili… ey aşkın aşkı, ey aşkın dileği!
Bana hilât vermeden önce dilerim, kulağını pencereme daya…
Kalbim tertemizdir, bu yüzden halimi bilirsin… ey kulları yetiştiren, ey kullarına lûtuflarda bulunan sevgili,
sözlerimi duy!
Ey misli olmayan Sadr, nice zamandır halimi duymanı arzulayıp durdum. Bu arzuyla aklım, fikrim uçtu gitti.
Nice zamandır sözlerimi dinlemeni, derdimi duymanı, o cana canlar katan gülüşlerini,
4700. Benim eksik, artık sözlerimi işitmeni, benim kötülükler düşünen canımın işvesini düşünüp durdum,
özleyip yattım.
Benim sence mâlum olan kalp akçelerimi sağlam para gibi kabul ettin.
Şuh bir küstahın küstahlığına gösterdiğin hilme karşı bütün hilimler, bir zerreden ibaretti.
Dinle bak, hizmetinden ayrıldığım andan itibaren nelere uğradım: İlk önce benim için ne evvel kaldı, ne
âhir... ön de gözümden kalktı, son da!
İkinci, ey güzel sevgili, çok aradım ama sana bir ikinci bulamadım.
4705. Üçüncüsü senden ayrıldım ayrılalı Allah, üçün üçüncüsüdür demiş gibi oldum.
Dördüncüsü, ayrılık, tarlamı, ekinimi yaktı; Hâmise’yi Râbia’dan ayırd edemez oldum!
Nerede topraklar üstünde kan görürsen hiç şüphe etme ki biz oradan geçtik, kanlı göz yaşlarımızı takip
ederek izimizi izleyebilirsin!
Sözlerim, bu feryad ü figanın âdeta gök gürültüsü… yeryüzüne bulutlardan yağmur yağdırmak istiyor!
Söylemekle ağlamak arasında mütereddidim… nasıl edeyim; ağlayayım mı söyleyeyim mi?
4710. Söylesem ağlayamam; fakat ağlarsam sana nasıl şükredebilir, seni nasıl övebilirim?
Padişahım, gözlerimden gönül kanları akmakta. Bak, gözlerimden neler akıyor?”
O zayıf âşık, bunları söyleyip ağlamaya başladı… Haline aşağılık kişilerde ağladılar, yüce kişiler de!
İçinden öyle bir hay haydır coştu ki Buhara halkı etrafına toplandı.
Hayran hayran söylemekte, hayran hayran ağlamakta, hayran hayran gülmekteydi. Kadın, erkek, büyük,
küçük, herkes ona şaştı kaldı!
4715. Bütün şehir, onun rengine boyandı; herkes, onunla beraber ağlamaya başladı. Kadın, erkek birbirine
karıştı, kıyametten bir alâmet oldu!
O anda gökyüzü yere, kıyameti görmedinse gör diyordu!
Akıl, bu ne aşktır, bu ne haldir… onun ayrılığına mı şaşmalı, kavuşmasına mı… hangisi daha ziyade
şaşılacak şey diye hayran olmuştu.
Gök, o anda kıyametnameyi okumuş, saman uğrusuna kadar elbisesini yırtmıştı!
Aşk, iki âleme de yabancıdır; aşkta yetmiş iki türlü divanelik var!
4720. Aşk, pek gizlidir ama şaşkınlığı meydanda… Padişahların canları bile ona hasret çekmektedir.
Aşk dini, aşk mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdır. Padişahların tahtları, aşka karşı alelâde bir tahta
parçasından ibarettir.
Aşk çalgıcısı, semâ vaktinde şunu çalar: Kulluk bir bağdır, efendilik baş ağrısı!
Şu halde aşk nedir? Yokluk deryası! Aklın ayağı, orada kırıktır!
Kulluk da malûm sultanlık da… âşıklık bu iki perdeden gizli!
4725. Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı!
Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün.
Onu anlamanın âfeti, sözdür, haldir; kanı kanla yıkamanın imkânı yok!
Ben, onun sevdalılarının mahremiyim… gece, gündüz kafes içinde ondan bahsetmedeyim!
Ey can, pek sarhoşsun, pek kendinden geçmiş, pek perişan ve harap olmuşsun… dün gece hangi yanına
yattın ki?
4730. Kendine gel, kendine… bu sırdan pek bahsetme; önce bir sıçra, kendine mahrem bir dost iste!
Âşıksın, sarhoşsun, dilin açılmış… Allah, Allah… sen, oluk üstünde bir devesin!
Dil, onun sırrından, onun nazından bahse kalkıştı mı gök, “ Ey hakikatini güzelce örten Allah” demeye
başlar.
Fakat aşkı örtmek nedir? Ateşi yün ve pamuk içinde gizlemek! Ne kadar örtersen o kadar meydana çıkar!
Ben, onu örtmeye çalıştım mı o, bayrak gibi baş kaldırır, işte buracıktayım der.
4735. Benim inadıma o, iki kulağımdan yakalar da, a kendi bildiğine giden, beni nasıl örteceksin, nasıl
gizleyeceksin? Hadi, gizle bakalım der.
Derim ki: Hadi git, coşmuşsun ama can gibi hem meydandasın, hem gizli!
Der ki: Bu tenim küp içinde mahpus… fakat şarap gibi küp içinde ıslık çalmaktayım!
Derim ki: bir yere rehin olmadan, sarhoşluk âfeti gelmeden çekil, git.
Der ki: İçimi güzel lâtif kadehin içinde ta akşam namazı vaktine kadar gündüzün dostuyum.
4740. Akşam gelip de kadehimi çaldı mı, ona daha benim akşamım gelmedi, kadehimi ver derim!
Şarap içmeye alışmış olan, şaraba doyamaz. Arap, onun için şaraba müdam adını taktı,
Hakikat şarabını aşk, kaynatır coşturur. Doğru sözlü, doğru özlü âşıka gizlice saiklik eden aşktır.
Allah inayetiyle aşka ulaşmayı dilersem şarap, can suyudur, sürahi de beden!
Hidayet şarabı çoğaldı, arttı mı şaraptaki kuvvet, sürahiyi kırar.
4745. Sâki de su kesilir, sarhoş da… nasıl olur deme, doğrusunu Allah daha iyi bilir.
Şaraba vuran ışık, sâkinin ışığıdır… Şarap, bu ışıkla coşar, köpürür, oynar kuvvetlenir!
Gayri sen o şaşkına sor: Sen şarabın bu halini ne vakit gördün?
Düşünceye hacet yok, her bilinene aşikârdır: Coşana elbette bir coşturan var!
Uzun bir ayrılığa düşmüş, çok maceralar geçirmiş bir âşıkın hikâyesi
Bir delikanlı, kızın birine delicesine âşık olmuştu. Fakat bir türlü vuslat zamanı gelmiyordu.
4750. Aşk ona yeryüzünde bir hayli işkenceler etmişti. Aşk neden, önce âşıka kinlenir?
Neden, önce kanlı katil gibi davranır? Doğru âşık olmayan kaçsın, aşktan vazgeçsin diye!
O delikanlı da kadına birisini yollasa o yolladığı adam, hasedinden zavallının yolunu vururdu.
Sevgilisine bir mektup yazıp yollasa okuyan, kelimeleri yanlış okurdu.
Sabah rüzgârını, vefatını arz etmek üzere gönderse rüzgâr, toza dumana gark olur, kararırdı.
4755. Kuşun kanadına bir kâğıt parçası bağlayıp uçursa kâğıttaki ateşli sözlerden kuşun kanadı yanardı.
Allah’nın kıskançlığı çare yollarını bağlamış, düşünce askerinin bayrağını kırmıştı!
Önceleri bekleyiş, gamına munisti… sonradan bekleyiş, o bekleyişi de kırdı, geçirdi, mahvetti!
Gâh derdi ki: Bu derdin devası yok… gâh derdi ki: Hayır… bu dert bizim, canımıza can ve hayat!
Gâh varlığı galebe eder, bir şeyler yapmaya niyetlenirdi; gâh yokluğa düşer, yokluktan meyveler yer,
gıdalanırdı.
4760. Nihayet bu hale bir çare bulamayıp ümitsizliğe düşünce birlik kaynağı kızıştı, coştu!
Gurbet azıksızlığıyla azıklanınca azıksızlık azığı, çaresizlik çaresi, ona doğru koştu!
Düşünce salkımları çöpsüz bir hale geldi…o âşık, ay gibi gece yolcularına kılavuz kesildi!
Nice güzel sözlü dudular vardır ki susarlar… nice tatlı özlüler vardır ki ekşi yüzlüdürler!
Yürü, bir an mezarlığa var da susarak otur. O söz söyleyip duran susmuşları gör!
4765. Onların topraklarını bir renkte, bir halde görürsün ama halleri bir değildir ki!
Dirilerin da yağları, etleri bir… fakat birisi gamlı, öbürü neşeli!
Sözlerini duymadıkça hallerini ne bileceksin. Halleri senden gizli kalır.
Söyletsen de sözlerinden ancak bir hay huydur duyarsın. Yüz kat gizli olan hallerini nereden göreceksin ki?
Bir olan suretimizde bile birbirine zıt vasıflar var. Toprak da bir ama ruhlar ayrı ayrı!
4770. Seslerde böyle… ses olmak bakımından bir, fakat birisinin sesi dertli, öbürünün nazlı, edalı!
Savaşta atların kişnemelerini… koşuşup uçuşurken kuşların cıvıltılarını duyarsın ya…
Birisi kızgınlığından, hasedinden, öbürü arkadaşlarıyla birleşme yüzünden kişner,cıvıldar. Biri derdinden
bağırır, öbürü neşesinden!
Fakat onların hallerini anlamaktan uzak olana göre o sesler hep birdir!
O ağaç baltadan titrer, şu ağaç seher yelinden!
4775. Bu arada kalası tencere yüzünden çok yanıldım…çünkü kapağı kaynıyor!
Doğrulukla kaynayan da o kaynayışıyla, o coşkunluğuyla seni çağırır, gel der… yalanla, riya ile kaynayan
da!
Eğer insanları yüzlerinden tanıyan candan bir koku almadıysan, eğer o kabiliyet sende yoksa yürü…kokudan
anlayan bir dimağa sahip olmaya çalış!
O gül bahçesinde dönüp dolaşan dimağa sahip olmaya uğraş… Yakubların gözünü bile o dimağ, aydınlatır.
Hadi, o gönlü hasta âşıkın ahvalini anlat… oğul, neye Buhara’lı âşıktan uzak düştün.
Âşıkın mâşukunu bulması, arayan mutlaka bulur, bir zerre miktarı hayırda
bulunan, hayrının mükâfatını görür
O delikanlı, tam yedi yıl sevgilisini aradı, durdu; vuslat hayaliyle hayale döndü!
Allah’nın gölgesi kulun başı üstündedir. Arayan, nihayet aradığını bulur.
Peygamber dedi ki: Bir kapıyı çalar durursan nihayet o kapıdan bir baş çıkar, görünür.
Bir adamın oturduğu yerin civarında oturursan sonunda elbette o adamın yüzünü görürsün.
Bir kuyudan her gün toprak çeker, çıkarırsan onunla tertemiz suya erişirsin elbet.
4785. Sen inanmazsan da bunu herkes bilir. Ne ekersen bir gün gelir, onu biçersin.
Taşı, demire vur da kıvılcım çıkmasın…. Böyle şey olmaz, olsa bile nadirdir.
Bir adamın bahtı yaver olmaz, bir adamın nasibinde kurtuluş bulunmazsa o adam, ancak nadir olan şeylere
bakar!
Filân kişi ekin ekti de mahsul devşirmedi, feşman adam sedef buldu da içinde inci yoktu.
Baûroğlu Bel’amla melûn İblis bu kadar ibadet ettiler, ne dinleri fayda verdi, ne ibadetleri der de.
4790. O kötü zanlı kişinin hatırına yüz binlerce peygamber, yüz binlerce hak yoluna gidenler gelmez bile!
Bula bula gönlüne kasvet veren, gönlünü karartan bu iki misali bulur… fakat bahtsızlık, gönlüne bundan
başka bir misal getirebilir mi ki?
Nice kişiler vardır ki neşeli neşeli ekmek yerken ekmek, boğazlarına durur, ölümlerine sebep olur!
A musibet, sen de ekmek yeme de onun gibi kötülüğe uğrama bari!
Nice yüz binlerce adam da vardır ki ekmek yer, kuvvetlenir, can besler.
4795. Ezelden mahrum ve bir ahmağın oğlu değilsen o arada bir olup gelen şeye neden saplandın?
Şu âlem, güneşin, ayın nuruyla dopdolu da o, başını kuyunun dibine eğmiş.
“ Aydınlık var diyorlar, bu söz doğruysa nerede, hani?” deyip duruyor. A alçak, başını kuyudan kaldır da
bak!
Bütün dünya… doğu, batı, o nurla nurlanmış… fakat sen kuyudayken o nur, sana vurmaz ki!
Kuyuyu bırak, köşklere, bağlara git; burada inat edip durma, inat meş’umdur denmiş!
4800. Kendine gel, filân adam filân yıl ekin ektide mahsulünü çekirgeler yedi…
Ben neye ekeyim, burası korkulu bir yer… neden elimdeki buğdayı yerlere saçayım deme.
Ekin ekmeyi terk etmeyen, işten güçten kalmayan ekti de sen, kör gibi durup dururken ambarlar doldurdu.
O delikanlı da ümitle, neşeyle bir kapıyı çalıp duruyordu; nihayet bir gün sevgilisini tenhaca buldu, vuslatına
erdi.
Bir gece bekçinin korkusundan kaçıp bir bağa girdi. Orada sevgilisini mum gibi buluverdi.
4805. O sebebi halk eden Allah’ya o anda hamd ederek dedi ki. “ Yarabbi, sen bekçiye rahmet et!”
Bilinmez, anlaşılmaz sebepler halk etmişsin. Beni cehennem kapısından cennete almışsın!
Hiç kimseyi, hiçbir şeyi hor görmeyeyim diye şu işe bunu sebep ettin.
Ayak kırıldı mı Allah kanat ihsan eder. Kuyunun dibinden bile bir kapı açar da.
Sen ağaç üstünde ol, kuyu dibinde bulun, buna bakma… beni gör, bana bak ki yolun anahtarı benim, yolu
ben açarım der!”
4810. Kardeşim, gayrı bu hikâyenin arda kalan kısmını anlamak istersen dördüncü ciltte ara!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder