Bu Blogda Ara

26 Haziran 2010 Cumartesi

MESNEVİ ÜÇÜNCÜ CİLT 1.KISIM


MESNEVÎ-İ ŞERİF
CİLT 3
Rahman ve Rahim Allah adiyle
Ey Hak ziyâsı Hüsâmeddin, şu üçüncü defteri de meydana çıkar. Bir şeyin üç kere yapılması sünnettir.
Üçüncü defterde sır hazinelerini aç, özürleri bir yana at.
Senin kuvvetin Allah kuvvetinden sızıp gelmekte… Hararetle atan damarlardan değil.
Şu aydın güneş çırağı, fitille, pamukla, yağla, aydınlanmıyor ya.
5. Böylece durup duran gök kubbenin ne ipi var, ne direği!
Cebrail’in kuvveti mutfaktan değil, varlığı yaratanın cemalinden.
Hak Abdâl’ inin kuvveti de bil ki Hak’tandır; yemekten tabaktan değil.
Onların cisimlerini nurla da yuğurdular.. onlar bu yüzden ruhu da geçtiler, meleği de.
Sen de ulu Allahnın sıfatlarıyla sıfatlandın..Halil’e olduğu gibi sana da ateş gül bahçesi haline geldi.
10. Ey unsurlar, mizacına köle olan, beş duyguyla altı cihet râm oldu.
Her mizacın mayası anasıdır. Fakat senin şu mizacın, her mertebeden üstün.
Senin mizacın, şu yayılmış, şu geniş âlemden birlik vasfını bir araya derleyip toplayıvermiştir.
Ne yazık, halkın anlayış sahası pek dar.. halkın havsalası yok!
Fakat ey Hak ziyâsı, reyindeki isabet ve kudret, o kadar büyüktür ki helvan, taşa bile boğaz verir.
15. Tur dağı, tecelliye uğrayınca boğazlandı, şarap içti, hattâ o şaraba tahammül edemedi de
Yarıldı, zerre zerre oldu. Hiç dağın deve gibi oynadığını gördünüz mü?
Herkes, herkese bir lokma bir şey verebilir ama, boğaz bağışlamak, ancak Allah işidir.
Allah, cisme de boğaz verir, ruha da. Her uzvuna ayrı, ayrı boğaz bağışlar.
Fakat bu ihsanı, kendini ululuğa verdiğin, kötülükten ve hileden arındığın vakit yapar da
20. Sen de padişahın sırrını kimseye söylemez, şekeri sineğe sunamazsın.
Ululuk şarabını o adamın kulağı içer ki sûsen gibi yüzlerce dili olduğu halde dilsizdir.
Allahnın lûtfu, su içsin de yüzlerce ot bitirsin diye toprağa da boğaz ihsan eder.
Sonra topraktan yaratılan mahlûklara boğaz verir, dudak verir.. onlar da arayıp topraktan biten otları
otlarlar.
Hayvan, ot yedi de semirdi mi.. insana gıda olur, ortadan kalkar.
25. Fakat toprak da, ruh çıktı, insan görüşten ayrıldı mı insanı yeyip sömürür.
Zerreler gördüm: Hepsi ağızlarını açmışlar, gıdalarını söylesem söz uzar gider.
Yaprakların gıdası onun kereminden… dallara dadı, onun umumi ve şâmil lûtfu.
Rızıkların rızkını o vermekte. Buğday, rızıksız nasıl baş gösterir, biter?
Bu sözün sonu gelmez. Ben, bir mikdarını söyledim, öbürlerini sen anlayıver.
30. Bil ki bütün âlem yiyen ve yenenden ibarettir. Hak’la bâki olanları da Hakk’a yönelmiş ve Hakk’ın makbulü
olmuş bil.
Bu âlem de daima neşre uğrayıp durur, bu âlemdekiler de. O âlemle o âleme gidenlerse daimî ve ebedîdir.
Bu âlemin de sonu yoktur, bu âleme âşık olanların da. O âlem ehliyse ebedî ve bir aradadır.
Kerem ona derler ki insan, kendisini ebedî kılacak âbıhayatı kendisine versin.
Kerem sahibi, “Bâkıyât-us sâlihat” ın ta kendisidir. Yüzlerce âfetten, tehlikeden korkudan kurtulmuştur.
35. Onlar, binlerce kişi olsalar yine bir kişiden fazla değildirler.Hayallere kapılanlar gibi sayı düşünmezler ki.
Yiyenle yenenin boğazı, gırtlağı var… galiple mağlûbun aklı reyi.
Allah adalet asâsına boğaz verdi de o kadar sopaları, o kadar ipleri yedi.
Öyle olduğu halde o yemeden semirmedi, şişmedi. Yeyişi de hayvan yeyişi değildi, kendisi de hayvan değil.
Allah her doğan hayali yesin diye yakına da, asâya verdiği gibi boğaz verdi.
40. Âyan gibi maaninin de boğazı vardır… Maaniyi rızıklandıran da Allahdır.
Balıktan aya kadar mahlûkattan hiçbiri yoktur ki gıdayı çekecek, yiyecek ağzı olmasın.
Nefsin boğazı vesveseden boşaldı mı ululuk vahyine konuk olur.
*Akılla gönlün boğazında fikir kalmadı mı midenin hazmına muhtaç olmayan bakir rızkı bulur.
Fakat bil ki bunun şartı mizacı tebdil etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaçtandır.
İnsanın mizacı toprak yemeye alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir.
45. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çırağ gibi parlar.
Dadı, süt emer çocuğunu türlü, türlü nimetlerden gıdalandırır.
Ama çoğunu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar.
Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır.
Hulâsa yaşamamız, sütten kesilmemize bağlıdır. Sen de yavaş, yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış
vesselâm.
50. İnsan, ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, bedenin nesçi kanla vücut bulur.
Kandan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma yemeğe başlar.
Lokmadan kesildi mi Lokman kesilir, gizli matlûba talip olur.
Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki: Dışarda pek düzgün, pek güzel bir âlem var…
Boyuna, enine geniş bir yeryüzü… orada nice nimetler var, nice sonsuz yiyecek şeyler.
55. Dağlar ,denizler, ovalar, bostanlar, bağlar, çayırlar…
Pek yüksek, ziyadar bir gökyüzü… güneş,ay ışığı, yüzlerce süha yıldızı.
Yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller… bağlar bahçeler gelin gibi süslenmekte, bezenmekte.
O âlemdeki şaşılacak şeyler anlatılamaz ki… sen, neden bu kapkaranlık yerde mihnetler içindesin?
Bu daracık çarmıhta kan yemektesin; hapis içinde, pislikler içinde, sıkıntılar içindesin.
60. Çocuk, kendi haline bakıp bunları inkâr eder, bu elçilikten yüz çevirir, kâfir olur.
Olmayacak şey, hileden, yalandan başka bir şey değil, der. Kör adamın vehmi, bunu anlamaktan ne kadar
uzak!
Buna benzer bir şey görmediği için münkir idraki bunu da kavramaz.
İşte cihandaki halk da buna benzer. Abdâl, onlara öbür âlemden bahsetti mi,
“Bu dünya kapkaranlık, dapdaracık bir kuyudur… bu kuyunun dışında renksiz, kokusuz bir âlem var” dedi
mi.
65. Bu söz onların hiçbirinin kulağına girmez.
Çünkü bu dünya tamahı, kuvvetli ve büyük yerdedir.
Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Garez, gözü kapar adama bir şey anlatmaz.
Nitekim o ana karnındaki çocuk da kana tamah ettiğinden, o aşağılık yurtlara kan, onun gıdası olduğundan.
Tamah ona bu âleme sözü duyurmaz. Bedendeki kanı, gönlüne sevdirir.
*Sende bu âlemin güzelliğine tamah etmektesin de bu tamah, o ebedî âlemin güzelliğine perde oluyor.
*Gururla dopdolu olan bu hayatın zevki seni doğruluk hayatından uzaklaştırmakta.
*İyi bil ki tamah seni kör eder… şüphe yok. Senden yakînı örter.
*Tamah yüzünden Hak, sana bâtıl görünür…tamah yüzünden sende yüzlerce körlükler artar durur.
*Doğrular gibi tamahtan çekinde ayağını o eşiğin üstüne bas.
*O kapıdan girdin mi kurtulursun. Gamdan da dışarıya ayak atmış olursun neşeden de.
*Can gözün aydınlanır Hakk’ı görür; küfür karanlığından kurtulur, din nuru kesilir.
*Erlerin öğüdünü canla, başla dinle de korkudan kurtulup emniyete eriş.
Hırslarından fil yavrularını yiyenler ve yemeyin diyenin öğüdünü
dinlemeyenler
Bilmem işittin mi? Akıllı, bir adam, Hindistan’ da dostlarından iki üç kişinin
70. Uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir halde bulunduklarını gördü.
Bilgiden doğma merhameti coşup “ Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı.
“Biliyorum… karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan âdeta Kerbelâ’ya düşmüşsünüz, bu yüzden bütün
mihnetlere uğramışsınız.
Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin.
Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır… benim öğüdümü can-ü gönülden dinleyin.
75. Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu gönlünüze pek hoş gelir.
Onlar pek kuvvetsiz. Pek lâtif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.
Yavrusunun ardından feryad-ü figan ederek yüz fersah yol yürür, evlâdını arar durur.
Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını
avlamayın” dedi.
Yavrum, veliler de Allah çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın…Allah, mallarını, canlarını korur, onların
ahvalinden haberdardır.
80. Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Allah’dır.
Allah dedi ki : Bu veliler benim çocuklarımdır. Gariplik âlemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne
güçleri.
Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakikatte dostları da benim, nedimleri de.
Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüzülerimdir.
Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir.Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler, fakat yine de
hepsi bir vücuttur.”
85. Öyle olmasaydı bir tek Musa, bir tek sopa ile Firavun’un altını üstüne getirebilir miydi?
Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi?
İhsan ve kerem sahibi Lût, zâlimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi?
Cennete benzeyen şehirleri Karasu Diclesi oldu. Git de gör.
Bu Karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün.
90. Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu.
Söylesem uzun sürer. Ciğerde ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir.
Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün… bu
görüşten ne kadar uzaksın!
Bu kör, ne şaşılacak şey kördür; uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür.
İnsan hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle
doludur.
95. Benliğini kıracak yerde oyna, salın da şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar.
Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raksederler.
Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çarpar… noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler.
Çalgıcıları, içlerinden def çalar… denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür.
Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.
100. Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek… ten kulağıyla duyulmaz ki.
Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör.
Muhammed’in kulağı, sözlerin iç yüzünü duyar. Allah, ona Kuran da “ Kulağın ta kendisi” der.
Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti sütninedir, biz de onun süt emer çocuklarıyız.
Bu sözün sonu gelmez. Sen yine o fil hikâyesine dön, yine o hikâyeye başla da onu anlat.
Fil yavrularına dokunanlar hikâyesinin sonu
105. Fil onların her birinin ağızlarını koklamakta… hepsinin midelerinin etrafın da dönüp dolaşmakta.
Yavrusunu kim kebap edip yemişse, bularak öc almağa, kuvvetini göstermeye çalışmaktaydı.
Sen de Allah kullarının etlerini yemekte, onların aleyhinde bulunup günah kazanmaktasın.
Kendinize gelin, sizin ağzınızı koklayan da Allahdır. Doğrudan başka kim canını kurtarabilir?
Bir adamın kabirde ağzını koklayan Münker, yahut Nekir olursa yazıklar olsun o acımağa değer kişiye!
110. O ulu meleklerden ne ağzını gizlemeye imkân var, ne güzel kokularla iyi bir hale getirmeye çare.
Mezara girene, onlara yaltaklanmak mümkün değil; akıl, fikir için hileye sapmaya yol yok!
Saçma sapan söyleyen adamın başına gürzleri iner, pençeleri batar.
Azrail’in sopasını, demirini gözünle görmüyorsan gürzünün eserine bak!
Bazı zamanlar suret bakımından da görünür de onun için yalnız hasta, bunu anlar, duyar.
115. O hasta, dostlar, der; bu tepenin üstünde duran kılıç nedir ki?
Dinleyenler de “ Biz öyle bir şey görmüyoruz . Bu, hayalden ibaret” derler . Halbuki ne hayali? Göçme
zamanı bu!
Ne hayali bu? Bu aşağılık felek bile bunun korkusuyla hayal haline geldi. Ölüm haline gelen hastanın
önünde gürzlerle kılıçlar his âlemine girdiler.
O, bu kılıçların ona çekildiğini görür. Fakat ondan başka düşmanın gözü de bağlıdır, dostun gözü de…
bunları gören yoktur.
120. Dünya hırsı gitti de o yüzden hastanın gözü kuvvetlendi; gözü, kan dökme zamanı aydınlandı.
Kibrinin, hışmının yüzünden gözü, vakitsiz öten horoza döndü.
Vakitsiz çan çalan, vakitsiz öten horozun başını kesmek vaciptir.
Her an, canının bir cüz’ü ölüm halindedir. Her an can verme zamanındadır. Can verme ânında imanını gör,
gözet!
Ömrün, altın kesesine benzer, geceyle gündüz de para sayan adamdır.
125. Bilmeden, anlamadan sayar durur, nihayet kese boşalır, ay tutulur.
Dağdan alsan da yerine koymasan dağ bile yerin de kalmaz, yok olur gider.
Şu halde her an yerine karşılık koy ki: “ Secde et de yaklaş” âyetinin maksadı neyse bulasın.
Bütün işlere böyle çalışma, dindeki işten başka iş için savaşma.
Sonra sonunda tamamlamadan geçip gidersin.İşlerin sona ermez, ekmeğin de ham kalır.
130. O mezarını lâhdini yapma işi taşla, tahtayla, kilimle, keçeyle olmaz.
Kendine gönülde bir mezar kazman, onun benliğinin önünde bu benliği görmen gerektir.
Onun toprağı olman, gamına gömülmen lâzım ki nefesin, nefesinden yardımlara nail olsun, nefesin kutlu ve
tesirli bir hale gelsin .
Mezara türbe yapmak, üstüne kubbe kurmak, mâna sahiplerine makbul değildir.
Bir bak da gör, diri iken atlaslara bürünen kişinin aklını o ipekler, o atlaslar hiç fazlalaştırır, onun reyine
isabet verir mi?
135. Canı Münker ve Nekir’in azabına uğramış, gamlı gönlünde de gam akrepleri yer tutmuştur.
Zâhirini süslemiş, püslemiş ama içi düşüncelerden feryatlara düşmüş.
Başka birini de görürsün ki eski elbiseler giyinmiş ama o köhne libaslar içinde kamışa benzer, sözü de şeker
gibidir.
Fil hikâyesine dönüş, öğütçünün öğüdü
Öğütçü dedi ki “ Bu öğüdümü tutun da gönlünüz, canınız belâlara düşmesin.
Otlara, yapraklara kaani olun, fil yavrularını avlamaya varmayın.
140. Ben boynumdaki öğüt borcumu ödedim. Öğüdü tutanın sonu, ancak kutluluktur.
Ben, sizi nedametlerden kurtarmak için elçiliğimi yaptım.
Kendinize gelin, sakın tamah yolunuzu urmasın. Tamah, yapraklarınızı ta kökünden söker, çıkarır.”
Bunları söyleyip “Haydi, hayra karşı” diyerek onları uğurladı, selâmetledi,gitti. Onlar, yolda kıtlığa düştüler,
susuzlukları artıkça arttı.
Ansızın yolda yeni doğmuş güzel bir fil yavrusu gördüler.
145. Sarhoş kurtlar gibi başına üşüştüler. Onu tertemiz yeyip bu işten ellerini yıkadılar.
Yoldaşlarından biri, onlara öğüt verdi, o adamın öğüdü hatırındaydı.
Bu söz, adamın o fili kebap edip yemesine mâni oldu. Eski ve tecrübe görmüş akıl, sana yeni bir baht
bağışlar.
Onlar fil yavrusunu yeyip yattılar, uyudular. O aç adamsa sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.
Birdenbire baktı ki kızgın bir fil çıkageldi. Önce o gözetleyene gelip çattı.
150. Ağzını üç kere kokladı. Fakat ondan hiçbir kötü koku gelmedi.
Birkaç kere etrafın da dönüp dolaşarak gitti.O iri fil, adama hiç dokunmadı.
Uyuyanların hepsinin ağızlarını kokladı, hepsinden de koku aldı.
Yavrusunu kebap edip yiyenleri hemencecik paraladı öldürdü.
O anda hepsini de birer ,birer paralıyor, onlardan hiç de ürkmüyordu.
155. Onların her birini havaya kaldırıp yere vurarak parçalamaktaydı.
Ey halkın kanını emen, bu işten uzaklaş, halkın kanı seni savaşa düşürmesin.
Bil ki halkın malı kanı demektir. Çünkü mal güçle, kuvvetle çalışmayla ele geçer.
O fil yavrularının anaları kan güder, fil yavrusu yiyenden öç alır, öldürür.
Ey rüşvet alan, sen fil yavrusu yemektesin. Sana düşman olan fil, kökünü kazır, seni mahveder.
160. Hilelere sapanı koku, rüsvay etti. Fil yavrusunun kokusunu bilir.
Hak kokusunu Yemen’den duyan bendeki bâtıl kokuyu nasıl olurda duymaz?
Mustafa, ta uzak yol dan koku alır da ağzımızda ki güzel kokuyu nasıl almaz?
Duyar, duyar ama yüzümüze urmaz, örter.İyi koku da göklere çıkar, kötü koku da.
Sen uyuyup durursun, o haram koku ise şu yeşil gökyüzüne urup durur.
165. Seni çirkin nefeslerine yoldaş olup felekte kokuları alanlara kadar gider.
Kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar.
Yemin eder de “Ben onları ne zaman yedim?Soğandan da çekinmekteyim, sarımsaktan da” dersen
O yalan yemini ederken nefesin, kovuculukeder.
Kokusu seninle beraber oturanların dimağına vurur.
O koku yüzünden dualar reddedilir. O kötü kalb, sözle kendisini gösterir.
170. O duaya “ Sesinizi kesin” cevabı gelir. Her azgının cezası onu kovan sopadır.
Fakat sözün eğri, özün doğru olursa o söz eğriliği, Allahya makbuldür.
Dostların hatası, yabancıların doğrusundan daha iyidir.
O doğru sözlü Bilâl, ezan okurken “Hayyı alesselâ, Hayyı alelfelâh- Haydin namaza, Haydin felâha”
cümlelerindeki “ Hayyı- haydin” kelimesini “Heyyi” diye okurdu.
Nihayet Peygamber’e dediler ki: “ Ya Resulâllâh, bina yeni kuruluyor. Bu hata, hiç de doğru değil.
Ey Allah habercisi, ey Allah resulü, ey Allah meydanının tek binicisi, daha fasih bir müezzin getir.
175. Din daha yeni kurulur, doğruluk düzenlik daha yeni meydana gelirken “ Hayyı alelfelâh”’ı yanlış okumak
ayıptır.
Peygamber’in hiddeti coştu. Gizli inayetlerden bir iki remiz söyleyip dedi ki :
“Ey aşağılık adamlar, Allah yanında Bilâl’in Heyyi’si yüzlerce hadan, hıdan, yüzlerce dedikodudan iyidir.
İşi çok karıştırmayın da sırrınızı açmayayım, önünüzü, sonunuzu söylemeyeyim.”
Her duada güzel bir nefese sahip değilsen yürü, özü sözü doğru kardeşlerden dua ist
Musa aleyhisselâm’a, Beni günah etmediğin ağızla çağır diye vahiy
gelmesi
180. Allah, “ Ey Musa, bana suç etmediğin, kötü söylemediğin bir ağızla sığın, dua et” dedi.
Musa, “Bende o ağız yok deyince Allah, “ Başkasının ağzıyla dua et”
Başkasının ağzıyla nasıl günah edebilirsin? Yarabbi diye başkasının ağzıyla çağır” buyurdu.
Sen de öyle muamelede bulun ki ağızlar, gece gündüz sana dua edip dursunlar.
Günah etmediğim ağız, başkasının özürler dileyen ağzıdır.
185. Yahut da kendi ağzını temizle, ruhunu çevik bir hale getir.
Çünkü Allah adı temizdir, temizlik geldi mi pislik, pılısını pırtısını toparlayıp gider.
Zıtlar, zıtlardan kaçar. Ziyâ parladı mı gece kalmaz.
Ağza temiz bir ad gelince de ne pislik kalır, ne gamlar, kederler.
Yalvarırım Allah demesi, Hakk’ın Lebbeyk demesinin ta kendisidir
Birisi her gece Allah der durur, bu zikrinden ağzı tatlılaşır, zevk alırdı.
190. Şeytan “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene karşılık onun Lebbeyk demesi nerde?
Allah tahtından bir cevap gelmiyor.Böyle utanmadan, sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın” dedi.
Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı. Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü.
Hızır “ Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çağırdığın addan nasıl usandın, zikrinden nasıl pişman oldun?” dedi.
Adam, cevap olarak “Lebbeyk sesi gelmiyor, kapıdan sürüleceğimden korkuyorum” deyince
195. Hızır” Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk dememizdir. Senin o niyazın derde düşmen, yanıp yakılman,
bizim haberci çavuşumuzdur.
Senin hilelere düşmen, çareler araman, seni kendimize çekmemizden, ayağını çözmemizdendir.
Korkun da bizim lûtfumuzun kemendidir, aşkın da.Her Yarabbi demende bizim, efendim, buyur dememiz
gizli” dedi.
Bilgisiz adamın canı, bu duadan uzaktır. Çünkü Yarabbi demesine izin yok ki!
Zarara, ziyana uğrayınca Allah’ya sızlanmasın diye ağzında da kilit var, gönlünde de. Ağzı da bağlı, gönlü
de.
200. Firavun’a yüzlerce mal, mülk verdi, o da nihayet ululuk, büyüklük dâvasına girişti.
O kötü yaradılışlı, Hakk’a sızlanmasın diye ömründe baş ağrısı bile görmedi.
Allah, ona bütün dünya mülkünü verdi de dert, elem, keder vermedi.
Dert, Allah’yı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından yeğdir.
Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden, aşktan gelir.
205. O gizlice niyazın, o önü sonu anman yok mu?
İşte sâf, halis ve hüzünlü dua odur. “Ey Allahm ey feryadıma erişen, ey yardımcım” demendir.
Allah yolunda köpeğin sesi bile Allah cezbesiyledir. Çünkü Allah’ya her yönelen, bir yol kesicinin esiridir.
Eshabı Kehf’in köpeği gibi… pis şeyden kurtulunca padişahlar sofrasının başına oturdu.
Mağaranın önünde kıyamete kadar dağarcıksız,
heybesiz ârifcesine rahmet lokmasını, rahmet suyunu yeyip içmekte.
210. Nice köpek postuna bürünmüş adsız sansız kişiler var ki perde ardında şarapsız kalmazlar.
Oğul, bu şarap, için can ver. Savaşsız, sabırsız yenme olur mu hiç?
Bunun için sabır güç bir şey değildir. Sabret, sabır, güçlüklerin, sıkıntıların anahtarıdır.
Bu pusudan sabır ve ihtiyat etmeksizin kimse kurtulmadı. Sabır da ihtiyatın eli ayağıdır.
İhtiyatta bulun, bu zehirli otu yeme. İhtiyata riayet, peygamberlerin kuvvetinden, nurundandır.
215. Her yelden oynayıp duran samandır. Dağ, hiç yele ehemmiyet verir mi?
Her yanda bir gulyabani, seni çağırır, “Kardeş, gel, yol istiyorsan işte buracıkta.
Yoldaş, sana yol göstereyim, yoldaşın olayım. Bu ince yolda ben sana kılavuzum” der.
Fakat ne kılavuzdur o, ne de yol bilir. Yusuf, o kurt huylunun yanına az var!
İhtiyat ona derler ki seni bu dünyanın yağlı, ballı şeyleri, bu âlemin tuzakları, hileleri aldatmasın.
220. Çünkü bu âlemin ne tadı vardı, ne tuzu. Sihir okur da kulağına üfler durur.
“Ey nur gibi apaydın adam, ev senin sen de benimsin” der.
İhtiyat ona derler ki “Midem dolgun tokum”,yahut “Hastayım, bu mezardan hastalandım”,
Yâhut “ Başım ağrıyor, sen bunu geçirmeye bak” yahut da “ Benim dayımın oğlu çağırdı, davetliyim” deyip
başından savasın.
Çünkü bir şerbeti bile zehirlerle sunar, tatlısı vücudunda yaralar, bereler meydana getirir.
225. Sana elli, altmış bile verse ey balık, o verdiği şey , oltada ettir.
Verdi, farz edelim, fakat o hilebaz nereden verecek? Hilebazın sözü çürümüş cevizdir.
Onun gürültüsü aklını alır, beynini altüst eder.Yüz binlerce aklı bile bir pula saymaz.
Dostun, kesendir, hurcundur, Ramin’sen Vise’den başkasını arama.
Vise de sensin, mâşukun da sen. Bu zâhiri şeylerin hepsi sana âfettir.
230. İhtiyat ona derler ki seni davet ettiler mi bunlar, benim sarhoşum bunlar benim dostum, beni seviyorlar,
beni istiyorlar demeyesin.
Davetlerini, kuşlara çalınan ıslık bil. Avcı, pusuda gizlidir de kuş gibi örter durur.
Önüne de seslenen, öten, çığıran budur zannını vermek için bir ölü kuş koymuş.
Kuşlar… onu kendi cinsinden sanıp toplanırlar. O da onların derilerini yüzer.
Ancak Allah hangi kuşa ihtiyat ve tedbir duygusu vermişse o kuş o taneye, o tuzağa aldanıp gelmez.
235. İhtiyatsızlık, tedbirsizlik, pişmanlıktan ibarettir. Bunu anlatan şu hikayeyi de dinle.
Köylünün şehirliyi aldatıp yalancıktan ve birçok ısrarla köye çağırması
Kardeş, eskiden bir şehirliye köylünün tanışıklığı vardı.
Köylü, şehre geldikçe şehirlinin mahallesine çadır kurar, evine kurulup otururdu.
İki ay, üç ay ona konuk olur, dükkanına geçer oturur, sofrasına çökerdi.
Şehirli, köylünün ne ihtiyacı varsa bedavaya yerine getirir, düzer koşardı.
240. Köylü bir gün yüzünü şehirliye döndü de dedi ki: “A efendim, sen hiç köye gelmez, hiç seyre seyrana
çıkmaz mısın?
Allah aşkına olsun bütün oğullarını getir. Şimdi tam gül mevsimi, ilkbahar.
Yahut da yazın meyve zamanı gel de hizmetine kemer kuşanayım.
Soyunu sopunu, çoluk çocuğunu,akrabalarını getir, köyümüzde üç, dört ay kal.
Bahar çağında köy pek hoş olur, çayırlık, çimenlik, gönle ferah veren gönül çeken lâlelik kesilir”
245. Şehirli, başından savmak için ona vaatte bulundu, vaadinin üstünden de sekiz yıl geçti.
Köylü, her yıl “ Ne vakit geleceksin. Kış gelip çattı” der,
O da “ Bu yıl filan yerden konuk geldi.
Müsaade edin de gelecek yıl, işten, güçten kurtulursam gelirim” der,
Köylü “ Ailem, ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu bekleyip duruyor” diye karşılık verirdi.
250. Her yıl leylek gelince köylü de gelir, şehirlinin evine konardı.
Şehirli, her yıl altınından, malından köylüye harceder, onun üstüne kanat gererdi.
Nihayet son defa o yiğit köylü, tam üç ay şehirliye misafir oldu.O da, ona sabah akşam sofra yaydı, yedirdi,
içirdi.
Köylü, utanıp yine “ Efendim, kaç keredir vadettin, beni kaç kere beni kaç keredir aldattın bu, niceyedir?”
dedi.
Şehirli dedi ki: “ Canım da, bedenim de buluşmayı isteyip duruyor ama her hareket, onun takdiriyle.
255. İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgârı estiren bakalım onu ne yana sürecek?”
Köylü, yine şehirliye andlar vererek “ Ey kerem sahibi, çoluğunu çocuğunu al, gel de ikramı gör” deyip.
Elini tuttu. Üç kere and verdi, “ Allah için olsun gayret et, tez gel” dedi.
Bunun üstüne on yıl geçti. Her yıl böyle lâflar eder, tatlı tatlı vaatlerde bulunurdu.
Şehirlinin çocukları “Baba ay da sefer eder, bulut da gölge de.
260. Köylü bunca hakkın geçti. Onun için nice zahmetler çektin.
O da, sen ona konuk olasın da hiç olmazsa bu hakların bir kısmını olsun ödemek ister.
Bize, onu kandırın, köye getirin diye gizlice bir çok ricalarda bulundu” dediler.
Şehirli dedi ki: “Yavrucuğum, doğru ama iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın demişler.
Dostluk, son demdedir. Korkarım ki bir şey olur da tohum bozulur”
265. Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer.
Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.
İhtiyat ve tedbir ona derler ki kötü zannı gideresin, kaçıp kötülüklerden kurtulasın.
Peygamber, “ Tedbir sui zandır” dedi. A boşboğaz, her adımı bir tuzak bil.
Sahranın yüzü dümdüz ve geniştir ama her adımda bir tuzak var, küstahça koşmayı bırak.
270. Dağ keçisi “Nerde tuzak?” diye koşar, fakat yürüdü mü tuzağa düşer, boğazından yakalanır.
Nerde tuzak diyordun ya, işte buracıkta,bak da gör.Ovayı gördün ama tuzağı görmedin.
A şaşkın, çayırlıkta tuzak, pusu ve avcı olmadıkça kuyruk mu olur?
Bu yere küstahça gelenlerin kemiklerini, kellelerini gör!
Ey seçilmiş kişi, mezarlığa var da onların kemiklerine başlarından geçenleri sor!
275. O kör sarhoşlara bak da aldanış kuyusuna baş aşağı nasıl düştüler, açıkça gör!
Gözün varsa körcesine gelme, gözün yoksa eline bir sopa al.
Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa bir gözlüyü kılavuz edin.
Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa kılavuzsuz her yolun başında durma.
Körün adım atması gibi ihtiyatla adım at da ayağın kuyudan da kurtulsun, köpekten de.
280. Kör, bir kazaya uğramayayım diye titreye, titreye korkar ve ihtiyatlı adım atar.
Ey dumandan kaçıp ateşe düşen… lokma ararken yılan’a lokma olan,
Seba’lılar ve nimetten azmaları
Seba halkının macerasını okumadın mı? Belki de okudun... okudun ama sesten başka bir şey duymadın.
O dağ, sesi anlamaz ki.. dağın aklı mânaya gidemez ki.
Dağ, akılsız, kulaksız ses verir durur. Fakat sen sustun mu o da susar.
285. Allah Seba’lılara pek büyük bir genişlik ve rahatlık verdi, yüz binlerce köşk, hayvan ve bağ ihsan etti.
O kötü yaradılışlı adamlar buna şükretmediler. Vefada köpekten de aşağı oldular.
Köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse o kapıya bağlanır, hizmetkâr olur.
Kapıya bekçi kesilir. Ona eziyet edilse yiyeceği lâyıkıyla verilmese bile o kapıyı bırakmaz.
Orada karar eder, başka bir kapıya gitmez.
290. Oraya bir garip köpek gelse oradaki köpekler, onu gece gündüz tedibederler.
İlk konağına git. Oradan nimetlendin, o nimetin hakkı, gönlünü oraya rehin etmendir derler.
Yerine git, o nimetin hakkını bundan fazla terketme diye onu ısırırlar.
Sen de gönül ve gönül ehlinin kapısından bir hayli âbıhayat içtin, gözlerin açıldı.
Canın, ehlin diller gönlünden nice şükür, vecit ve kendinden geçiş gıdaları yedi.
295. Sonra da yine hırs yüzünden bu kapıyı bıraktın, hırs yüzünden her dükkânın etrafında dönüp
dolaşmadasın.
O çömleği yağlı ihsan sahiplerinin kapısına, arda kalasıca bir tirit için koşup duruyorsun.
Bil ki can, asıl burada yağlanır, ümitsiz bir hâle düşenin işi burada düzelir.
Hastaların, duasıyla şifa dilemek, şifa bulmak için her sabah İsa
aleyhisselam’ın ibadet ettiği yerin kapısına toplanmaları
İsa’nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptelâ, sakın bu kapıyı
bırakma.
Halk her taraftan toplanır, kör, çolak, kötürüm, topal… hepsi.
300. Sabahleyin İsa’nın ibadet ettiği yerin kapısına gelir, onun nefesiyle illetten kurtulmayı umarak bekleşirdi.
İsa, o güzel gidişli, evradını bitirince kuşluk çağı dışarı çıkar.
Zayıf, perişan bir çok dertlinin şifa ümidiyle kapıya oturup bekleştiğini görür.
Dua ederde “ Allah, hepinizin muradını verdi,
maksatlarınıza eriştiniz.
Şimdilik illetsiz zahmetsiz yürüyün, Allahnın yargılama ve kerem etmesine doğrulun” der.
305. Hepsi ayaklara bağlı develere benzerken himmet edip bağlarını çözer.
Onlar da hemencecik sıhhat bulup onun duasıyla neşelenerek yürür giderlerdi.
Sen de bunca âfetlere uğradın, hepsinden tecrübeler gördün… padişah meşrepli erlerden sıhhat buldun.
Topallığın kaç kere düzeldi, canın kaç defa gamdan, mihnetten kurtuldu.
Sense gâfilcesine kendini de kaybetmemek için ayağına bir ip bağlamış durmaktasın be herif!
310. Şükretmiyorsun, nâil olduğun nimetleri unutmuşsun. Bu unutuş, o bal yediğin zamanları hatırına
bile getirmiyor.
Hulâsa o yol, sana bağlandı. Çünkü gönül ehlinin gönlü, senden incindi, sana darıldı.
Çabuk onları bul, kusur dile, tövbe et. Bulut gibi ağla, inle.
De sana onların gül bahçeleri açılsın, sana olgun meyveler saçılsın.
O kapıda dön, dolaş Eshabı Kehf’in köpeğiyle kapı yoldaşıysan köpekten aşağı olma.
315. Köpekler bile, gönlünü ilk eve bağla diye köpeklere nasihat ederler.
Kemik yediğin ilk kapıya sıkı bağlan, hak gözetmeyi terketme derler.
Edeplensin de oraya gitsin, kurtuluşu o ilk kapıda bulsun diye onu ısırırlar.
A azgın köpek, velinimetine isyan etme.
Halka gibi o kapıya bağlan. O kapıda bekçilik et, o kapıda çevik davran, o kapıda sıçra.
320. Vefasızlığını apaçık gösterme, beyhude yere vefasızlığı fâş etme.
Köpeklerin âdeti vefakârlıktır. Yürü be, bari köpeklerin adını kötüye çıkarma derler.
Ulu Allah bile vefakârlıkla öğündü de “ Bizden gayrı ahdine kim vefa eder ki?” dedi.
Hakları reddettikten, saymadıktan sonra isteğin kadar vefakâr ol. Bil ki bu vefa, vefasızlığın ta kendisidir.
Çünkü hiç kimse Allah hakkından daha ziyade hak sahibi değildir ki.
325. Ana hakkı bile Allah hakkından sonra gelir. Çünkü Allah, anayı senin ana karnındaki şekline borçlu
etmiştir.
Allah, seni onun cisminde bir surete bürümüş, gebelik halinde ona seninle istirahat ve huzur vermiş, onu
sana alıştırmış.
O da seni kendisinin bir cüz’ü görmüştür. Allah’nın tedbiri anaya ilişik olan o cüz’ü ayırmıştır.
Allah, binlerce sanat ve fen düzdü de ana, sana sevgi bağladı, şefkat gösterdi.
Şu halde Allah hakkı, ana hakkından öncedir, Allah hakkını bilmeyen eşektir.
330. Anayı, ananın memesini, sütünü yaratan, onu babayla çift eden O’dur, O’na serkeş olma.
Ey Allah, ey ihsanı kadîm olan, bildiğim de senindir, bilmediğim de.
Sen, Allah’yı an, çünkü benim hakkım hiç eskimez.
O sabah çağında, sizin Nuh’un gemisinde koruduğumuzu, bu suretle lûtuflarda bulunduğumu an.
O zaman sizin aslınızı, atalarınızı tufandan, tufan dalgasından korudum, onlara aman verdim.
335. Ateş huylu su, yeryüzünü kaplamıştı. Dalgası, dağların tepelerine kadar çıkıyordu.
Sizi reddetmedim, atanızın atasının atasının varlığında sizi korudum.
Madem ki baş oldun, sana nasıl ayağımla vururum, kendi iş yurdumu nasıl ziyan ederim?
Vefasızlara kendini feda ediyor, kötü bir zan yüzünden o tarafa doğru gidiyorsun.
Bense unutmadan, vefasızlıktan berîyim. Benim yanıma gelsen bile kötü bir zanla gelirsin.
340. Sen, hani kendine benzeyenlerin önünde iki kat olursun ya… işte onlar hakkında kötü zanda bulun.
Nice ulu ulu dostlar, yoldaşlar edindin. Sana, nerede onlar diye sorsam gittiler dersin.
İyi dostun yüce göklere gitti kötülük dostunsa yerin dibine geçti.
Ara yerde sen kalakaldın, yardımsız, yardımcısız kervandan arta kalan ve sönmeye mahkûm ateşe döndün.
Ey baba yiğit dost, yukardan, aşağıdan münezzeh olanın eteğini tut.
345. O, ne İsa gibi göklere ağar, ne Karun gibi yerlere geçer.
Sen yerden, yurttan alımdan, satımdan kaldın mı o, mekân âleminde de seninle beraberdir, Lâmekân
âleminde de.
Bulanıklardan, duruluklar çıkarır, cefalarını vefa yerine tutar.
Cefakârlıkta bulunursan noksandan kurtulup kemâle erişesin diye kulağını burar.
Sülûkte virdini terk edersen zahmete, mihnete düşer, sıkıntıya uğrarsın ya.
350. İşte o tediptir. Yapma, o eski ahdi hiç değiştirme demektir.
Bu iç sıkıntısı bir zincir şeklini almadan, bu gönlünü sıkan şey, ayağını bağlamadan önce.
Bu işareti, beyhude zan etmemen için uğradığın o mâkul zahmet, duyguna hitap eder bir hâle gelir ve
meydana çıkar.
Suç işlediğin zaman iç sıkıntıları gönlünü kaplar, bu sıkıntılar, ecelden sonra ist zincir şekline bürünür.
Burada bizi anmaktan çekinen kişiye dar bir yaşayış verilir ve körlükle cezalanır.
355. Hırsız, insanların mallarını çaldı mı bir iç sıkıntısı, bir darlık gönlünü tırmalamaya başlar.
O, bu sıkıntı, bu darlık nedir ki? der. Şerrinden ağlayan mazlum yok mu? İşte onun sıkıntısı, onun darlığı.
Bu darlığa, bu sıkıntıya pek aldırış etmezse bu inadının rüzgarı ateşini üfler.
Hulâsa gönül sıkıntısı, memurların sıkıştırması hâline gelir, o mânalar, duyulur, görülür bir hâle gelip
meydana çıkar.
Dertler, zindan ve çarmıh olur. Dert; köktür, kök; dal budak verir.
360. Kök gizliydi, meydana çıktı. Sen de darlığını, ferahlığını bir kök bil.
Kötü kökse hemencecik, çabucak onu sök ki çimenlikte çirkin bir diken çıkmasın.
İç sıkıntısı görünce ona bir çare bul. Çünkü dallar, hep kökten meydana gelir.
Genişlik gördün mü de onu sula, yetişip meyve verince dostlara dağıt.
Seba’lılar hikâyesi
Seba’lılar, heveslerine uymuş ham kişilerdi. İşleri, güçleri büyüklerin nimetlerine karşı nankörlükte
bulunmaktı.
365. Bu nankörlük, âdeta sana ihsan eden adama karşı kötülükte bulunmana, onunla savaşmana benzer.
Meselâ, o iyilik edene, ben bu iyiliği istemiyorum, bundan inciniyorum, neden beni incitiyorsun?
Lûtfet de bu iyiliği yapma. Ben, göz istemiyorum, beni kör et, dersin, işte bunun gibi.
Seba’lılar da “ Şehirlerimiz birbirine çok yakın, onları uzaklaştır. Kötülük, çirkinlik bize daha iyi, bizim
ziynetimizi güzelliğimizi al.
Biz, bu köşkleri, bağları, bahçeleri istemiyoruz. Ne güzel kadınlarla işimiz var, ne emniyet ve huzurla.
370. Şehirler, birbirine pek yakın. Halbuki orada ne boş bir çöl, ne güzel bir ova var. Orada yırtıcı hayvanlar,
canavarlar vardır” dediler.
İnsan yazın kışı ister, fakat kış geldi mi bundan da vazgeçer, istemez.
Bir hâle katiyen razı olmaz. Ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten, boşluktan.
Geberesi insan, efendisine ne de kâfirdir ya… hidayete nail oldu mu tutar, inkâra sapar.
Nefis, bu çeşit mahlûklardandır da onun için gebertilmeye lâyıktır… onun için ulu Allah “ Öldürün
nefislerinizi” demiştir.
375. Nefis, üç köşeli dikendir, ne çeşit koysan sana batar, ondan kurtulmana imkân mı var ?
Heva ve hevesi terketme ateşini vur şu dikene… iyi işli dosta uzat elini, sarıl ona!
Seba’lılar, haddi aşınca bize veba, seher yelinden daha iyi diyecek derecede taşkınlık gösterince,
Öğütçüler, onlara öğüt verdiler, kötülüklerine, küfürlerine mâni olmaya çalıştılar.
Fakat onlar öğütçülerin kanlarına kastediyorlar, kötülük ve kâfirlik tohumu ekiyorlardı.
380. Kaza geldi mi bu cihan daralır, tatlı helva bile ağzında zehir kesilir demişler.
Kaza gelince göz kapanır da göz gözü görmez olur.
O atlının hilesi, bir toz kopardı mı o toz , seni yardım dilemeden bile uzaklaştırır.
Atlıya doğru yürü, toza doğru değil. Yoksa atlının tozu, seni ezer, bitirir.
385. Allah bu kurdun yediği adama “ Kurdun tozunu gördü de neden feryad etmedi?
Kurdun kopardığı tozu bilemedi. Bunca bilgisiyle, bunca hüneriyle neden yayılıp otlamağa koyuldu?
Koyunlar bile kendilerine zarar verecek olan kurdun kokusunu duyar, ondan taraf taraf kaçarlar.
Hayvan bile aslanı kokusundan anlar da otlamayı bırakır”
der.
Aslanın kızgınlığından bir koku aldın mı dön Allah’ ya sığınmaya, yalvarmaya koyul.
390. Onlar, kurdun tozundan ürkmediler, çekinmediler. Tozun ardından o koca mihnet kurdu çatıp geldi.
O koyunları, hışımla paraladı gitti. Onlar, akıl çobanından göz yummuşlardı.
Onları, çoban ne kadar çağırdı da gelmediler… çobanın gözüne toz, toprak serptiler.
“ Yürü be, biz senden ziyâde çobanız… her birimiz başız, uluyuz. Böyle olduğu hâlde nasıl sana uyarız?
Biz kurtlara lokmayız, senin adamın değil. Ateşin odunlarıyız, utanma arlanma yok bizde” dediler.
395. Bilgisizlik, akılda bir taassuptur ki buna tutulanların şehirlerinde kargalar şom, şom bağırışırlar, yerleri,
yurtları harabeye döner.
Onlar mazlûmlar için kuyu kazdılar ama kazdıkları kuyuya kendileri düştüler, ah etmeye başladılar.
Yusufların derilerini yüzdüler, fakat kendi yaptıklarını birer birer buldular.
O Yusuf kimdir? Senin Hak arayan gönlün. O gönül, bir esir gibi senin yurdunda bağlıdır.
Bir Cebrail’i direğe bağlamış, koluna, kanadına yüzlerce yara açmış, perişan etmişsin de.
400. Sonra da önüne kebap olmuş dana getiriyor, bazan da onu samanlığa götürüp
Hadi ye, işte bizim yağlı gıdamız budur diyorsun.Halbuki ona Allah vuslatından başka gıda yoktur.
O dertlere düşmüş zavallı da bu işkenceden bu sınanmadan kırılıp senden Allah’ya şikâyet ederek der ki:
“ Yarabbi, bu kocamış kurttan elâman.” Allah da ona “Sabret, işte vakit geldi.
Haberi olmayan her kişiden öcünü alacağım” der. Feryada erişen Allah’dan başka kim feryada erişir ki.
405. O “ Yarabbi, yüzünün ayrılığından sabrım bitti. Yahudiler elinde âciz kalmış Ahmed’im Semud kavminin
hepsine düşmüş Salih’im.
Ey Peygamberlerin canlarına kutluluk bağışlayan.Ya beni öldür, ya kendine çağır, yahut da sen gel!
Kâfirlere bile ayrılığına tahammül yok…onların bile her birisi, keşke toprak olsaydım, der.
“ Kâfirin bile hâli böyle olursa senin ülkenden olanın hâli, sensiz ne olur?” der.
410. Halk da der ki “ Öyledir, doğru ey temiz adam. Fakat söz dinle, sabret sabır iyidir.
Sabah yaklaştı, sus, çok coşma. Ben senin için çalışıp duruyorum, sen çalışma!”
Şehirlinin, köylünün daveti üzerine köye gitmesi
Ey yiğit arkadaş, dön… bu söz hadden aştı. Köylü, şehirliyi evine nasıl götürdü, onu söyle.
Seba’lıların hikâyesi bir tarafta kalsın, daha iyi.Sen şehirlinin köye gelişini anlat.
Köylü, yaltaklandıkça, yaltaklandı. Nihayet şehirlinin reyi, tedbiri elden gitti, şaşırdı, ahmaklaştı.
415. Köylünün haber üstüne haber salması, nihayet şehirlinin duru suyunu bulandırdı.
Bir taraftan da çocukları neşeyle “ Baba, gezer oynarız, ne olur?” demeye başladılar.
Yusuf gibi. Onu da “ Gezer oynarız” sözü tuhaf bir takdir neticesi babasın gölgesinden ayırdı.
O oyun değil, canlı oynayış… hile , düzen, hainlik.
Seni dostundan ayıran sözü dinleme.O sözde ziyan vardır, ziyan!
420. Hattâ o sözde sad edenler sad vefkının faydası bile olsa aldırış etme. Altın için hazineyi bırakma
yoksul !
Şunu dinle, Allah, Peygamber’in eshabına iyi, kötü nice şeyler söyleyip kaç kere itabetti.
Çünkü kıtlık yılında davul sesini duyunca Cuma namazını hemencecik bırakıverdiler.
Başkaları daha ucuza almasınlar, o alışverişle bizim kârımızı onlar elde etmesinler dediler.
Peygamber, namazda kendini tamamıyla niyaza vermiş iki üç yoksulla kalakaldı.
425. Allah; “ Davul sesi, abes işler ve alışveriş, Allah Rasülünden sizi nasıl ayırdı?
Şaşkın bir halde buğdaya doğru dağılıverdiniz de Peygamber’i atakta yalnız bıraktınız.
Buğday için olmayacak tohumlar ektiniz, o Hak Resulünü terk ettiniz.
Onun sohbeti oyundan da hayırlıdır, maldan da. Hele bir gör, kimi bıraktın. Gözünü ov da bak!
Hırsınızın yüzünden şunu yakînen bilmediniz mi ki rızık verici benim, rızık verenlerin hayırlısı benim.
430. Buğdaya güneşle rızık veren Allah,senin ona dayanmanı nasıl olur da zâyi eder?
Buğday için, gökyüzünden buğday gönderenden ayrıldın ha!
Doğanın kazları ovaya çağırması
Doğan ,Kaza “ Sudan çık da şekerler akan ovaları bir gör” dedi.
Akıllı kaz dedi ki: “ Ey sudan uzakta kalmış doğan, su bizim kalemizdir, huzurumuzdur, neşemizdir.”
Şeytan da doğan gibidir. Kazlar, koşun, kendinize gelin, su kalesinden dışarıya az çıkın.
435. Doğana deyin ki: “Haydi yürü yürü, dön geri. Ey aşağılık adam,başımızdan el çek.
Biz senin davetinden uzağız, bu davet senin olsun. Biz senin şu nefesini içmeyiz bile a kâfir!
Kale bizim olsun, şekerle şeker yurdu senin. Bize senin hediyenin lüzumu yok, al, senin olsun!
Can oldu mu gıda eksik gelmez elbet. Asker var mı, bayrak elbette bulunur!
Tedbirli şehirli, birçok özürler getirdi, o merdut ifrite nice bahaneler serdetti.
440. “ Şimdi mühim işlerim var. Gelirsem onlar yüzüstü kalır. Düzene girmez.
Padişah bana mühim ve nazik bir iş buyurdu, geceleri bile uyumuyor, benim bu işi başarmamı bekliyor.
Padişahın emrinden dışarı çıkamam, huzurunda yüzü kara olamam.
Her sabah, her akşam hususi çavuşu gelip işin neticesini soruyor.
Reva görür müsün, köye geleyim de padişah, bana yüzünü assın, kaşlarını çatsın?
445. Kızarsa kızgınlığına karşı ne çare bulurum, diriyken kendimi topraklara mı gömeyim?” dedi.
Daha da bu çeşit yüzlerce bahaneler etti, fakat hileleri, Allah takdirine eş olmadı.
Âlemin zerreleri birbirine girse yine Allah’nın kaza ve kaderine karşı hiçtir hiç!
Bu yeryüzü, gökten nasıl kaçabilir, yeryüzü kendini gökten nasıl gizleyebilir?
Gökten yeryüzüne ne yağarsa yağar. Yeryüzü, ne kaçabilir, ne bir çareye başvurabilir, ne bir pusuda
gizlenebilir.
450. Güneşten ateş yağsa yine o, gökten yağan ateşe karşı yüzünü yerlere döşemiştir.
Yağmur yağsa da tufanlar coşsa, üstündeki şehirler yıkılıp yerle yeksan olsa
O, yine Eyyup gibi teslim olmuştur, ben bir esirim, ne dilersen yağdır demektedir.
Sen de bu yeryüzünün bir cüzünün,baş çekme. Allah hükmünü görünce isyan etme.
“ Sizi topraktan yarattık” sözünü duydun ya, demek ki senden toprak olmanı istiyor, yüz çevirme!
455. ( Allah diyor ki:) “ Toprağa nice tohum ektim. İnsan da toprağın bir tozundan ibaretti, onu ben
yükselttim.
Yine bir hamle et de kendine topraklığı sıfat edin, alçal. Ben de seni bütün beylere emîr yapayım.
Su, yukardan aşağıya, akar da sonra aşağıdan yukarıya akar.
Buğday, yukarıdan aşağıya, yerin dibine gider de ondan sonra yerden baş çıkarıp yükselir.
Her meyvenin tohumu yerden biter de ondan sonra yerden baş verir.
460. Nimetlerin aslı felekten ta yere kadar umumiyetle aşağıya geldiler, alçaldılar da temiz cana gıda oldular.
Tevazula felekten toprağa inince de diri ve yiğit adamın cüzü oldular.
Bu suretle o cemad, insan sıfatlarını kazandı, arşın yücesine uçtu, neşelendi.
Önce diri âlemden geldik, sonra yine aşağılıktan yücelere çıktık.
Diyerek bütün cüzüler, hareket ve sükûn hâllerinde “ Biz, şüphe yok, yine gerisin geri Allah’ ya dönüyoruz “
derler.
465. Gizli cüzlerin zikir ve tespihleri, gökyüzüne bir gulguledir salar.
Kaza, hileler düzmeye başladı mı köylü, şehirliyi matetti.
Şehirli, binlerce rey ve tedbiri olduğu halde matoldu ve bu seferden âfetlere uğradı.
Kendi sebatına itimadı vardı, bir dağdı ama yarım bir sel, onu kapıp götürdü.
Kaza ve kader, felekten baş çıkardı mı akıllıların hepsi kör ve sağır olur…
470. Balıklar, kendilerini denizden dışarıya atarlar. Tuzak, uçan kuşu zebun eder.
Peri ve şeytan, şişe içine girer. Hattâ Bâbil Harut’unu bile kaza ve kader kapar, avlar.
Ancak kaza ve kaderden yine kaza ve kadere kaçan kişi kurtulur. Hiçbir tedbir onun kanını dökemez.
Allah’nın kaza ve kaderinden yine Allah’nın kaza ve kaderine kaçan, kişiden başka hiçbir kimseyi, hiçbir hile,
kaza ve kaderden kurtaramaz.
Darvan’lılar ve onların yoksullara bir şey vermeden bahçelerden meyva
devşirmek için hileye sapmaları
Darvan’lıların hikâyesini okumadın mı? Okuduysan niçin hileye sapmakta ısrar edip duruyorsun?
475. Birkaç akrep iğneli kişi, birkaç yoksulun rızkını çarpmak için hileye, düzene giriştiler.
Gece vakti, sabaha kadar birkaç, Amır’la Bekir, yüzyüze verip hile düşündüler.
Sırlarını , Allah anlamasın diye gizli söylüyorlardı.
Sıvacıya çamur sıvamaya koyuldular. Hiç, el, gönülden gizli bir iş yapabilir mi?
Allah, “ Seni yaratan, düşünceni, gizli konuşuşunda, fısıltısında doğruluk mu var, hile mi… bunu hiç bilmez
mi?” buyurdu.
480. Sabahleyin yola çıkanı gözüyle gören, ertesi gün nereye konacak, bundan sonra nasıl gâfil olur?
Yüzünü nereye döndürdüğünü, sayısını, yolunu, yordamını, ineceği, çıkacağı yeri nasıl bilmez?
Şimdi sen de kulağını gafletten temizle de o dertlinin ayrılık derdini dinle.
Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekattır.
Gönül hastalarının dertlerini dinler, yüce canın su ve toprak ihtiyacını anlarsan, bu bir zekâttır.
485. Dertli adamın tereddütle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere
açmış olursun.
Senin bu dinleyişin ona bir nefes yolu oldu mu gönül yurdunda o acı duman azalır.
Yolcu, eğer yüce Allah’ya gidiyorsa bize dertdaş ol, derdimize çare bul.
Bu tereddüt, bir hapistir, bir zindandır. Canın bir tarafa gitmesine müsaade etmez ki.
Bu şu tarafa çeker, o bu tarafa. Her biri, doğru yol benim der.
490. Bu tereddüt, Allah yolunun tuzağı, sarp yeridir. Ne mutlu ayağı çözük kişiye.
O, doğru yolda tereddütsüz gider. Eğer yol bilmiyorsan öyle bir hür adamın adımı nerede? Onu ara!
Ceylânın izini izle, her şeyden kurtulmuş bir halde yola düş de onun izini izleye, izleye nihayet miske
erişesin.
Bu çeşit yürüyüşle zâhiren ateşe bile girsen yine apaydın yücelere kadar varırsın.
Mademki “ Korkma” hitâbını duydun, ne denizden korkun var ne dalgadan, ne köpükten!
495. Allah, sana Hak korkusunu verdi mi bunu “Korkma” hitâbı say. Sana tabak yolladı mı ekmek de
yollayacak demektir.
Korku, korkusu olmayan adamındır. Dert, burada dönüp dolaşmayan kimsenindir.
Şehirlinin köye gitmesi
Şehirli, işe koyuldu, hazırlığını tamamladı, azim kuşu köye doğru koşmaya, uçmağa başladı.
Ehli, çoluğu, çocuğu da yol hazırlığını görüp eşyalarını azim öküzüne yüklediler.
Neşeli bir halde koşa koşa yola düştüler. “Köyden istifadeler edeceğiz, bize köyden müjde ver, müjde!” diye
diye köye doğru yöneldiler.
500. “ Gittiğimiz yer güzel bir çayırlık, çimenlik. Orada da sevdiğimiz kerem sahibi bir dostumuz var.
Bizi binlerce istekle çağırdı. Bizim için ihsan ağacını dikti.
Uzun kışın azığını köyden tedarik edip şehre getiririz gayri.
Hattâ dostumuz, bağını bile bize bağışlar. Bize canında yer verir.
Yoldaşlar, çabuk olun da istifadeler edelim” diyorlardı. Fakat akıl,içeriden içeri “ Öğünmeyin!”
505. Allah faydasıyla faydalanın. Şüphe yok, Rabbim, sevinen, öğünen kişileri sevmez.
Allah’nın size ihsan ediverdiği şeylere sevinin, neşelenin. Sizi işgal eden şey, sizi Hak’tan alıkor aldatır.
Gamdan neşelenen, ondan başka bir şeyden neşelenme, sevinme. Dert ve gam bahardır, başka şeyler kış!
Ondan başka her şey, seni yavaş, yavaş helâke doğru götüren düşüncelerindir. İsterse sana taç, taht, mal,
mülk olsun!
Gamdan sevin… gam vuslat tuzağıdır.Bu yolda aşağıya düşüş, hakikatte yükseliştir.
510. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişine maden. Fakat bu söz, çocuklara nerden tesir
edecek?
Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de yaban eşeğiyle yarışa girişirler.
Ey yaban eşekleri, bu yanda tuzaklar var. Bu yandaki tuzaklarda kan içiciler var.
Oklar uçuşup durmakta, yay, gayb âleminde gizli. Gençlere yüzlerce ihtiyarlık okları erişmekte.
Gönül ovasına adım atmak gerek. Çünkü bu ovada ferahlık, genişlik, neşe olamaz.
515. Dostlar, gönül, eminliktir, huzur yeridir. Orada kaynaklar, gül bahçeleri içinde gül bahçeleri var.
Yolcu, kalbe yürü, orada seyret, orada gez dolaş. Ağaçlar var orada, akan sular var orada.
Köye gitme. Köy, adamı ahmak bir hâle sokar… Aklı nursuz, fersiz bir hâle getirir.
Ey seçilmiş temiz adam, Peygamber’in sözünü dinle. Köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır.
Köyde sabah, akşam bir gün kalan kişinin aklı, bir ay yerine gelemez.
520. Tam bir ay onun ahmaklığı gitmez. Köy otlarından da bundan başka ne biçilebilir ki?
Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır. Köy nedir? Hakikate ulaşmamış, elini taklit ve
huccete atmış şeyh!
Aklı kül şehrine karşı bu duygular, gözleri bağlı değirmen eşeklerine benzer.
Bunu geç de hikâyeye giriş, inciyi bırak. Buğday tanesini ele al.
525. İnciye yol yoksa hemencecik buğdayı al. O tarafa yol yoksa bu tarafa at sür.
Zâhir,eğri büğrü uçsa bile sen zâhirine bak. Zâhir, nihayet insanı bâtına götürür.
Her insanın evveli suretten ibarettir. Ondan sonra can gelir ki can, mânevi güzellik, ahlâk güzelliğidir.
Her meyvenin evveli suretten başka nedir ki? Ondan sonra lezzet gelir ki lezzet, meyvenin mânasıdır.
Önce çadır kurarlar da sonra Türkü konuk çağırırlar.
530. Bil ki suretin çadırıdır, mânan Türk. Mânan bil ki kaptandır, suretin gemi!
Allah için şunu bir nefes olsun bırak da şehirlinin eşeği çanını çalsın!
Şehirliyle akrabasının köye gitmeleri
Şehirli ve çoluğu, çocuğu hazırlıklarını tamamladılar, eşyalarını katırlara yükleyip köye doğru yollandılar.
Hayvanlarını neşeli neşeli sürmekte, “Sefer edin de ganimet bulun” demekteydiler.
Ay, sefer ede ede Keyhusrev olur. Tolunay hâline gelir. Sefer etmeksizin nasıl padişah kesilir ki?
535. Beydak, seferle satrancın en üst hanesi olan ferzin hanesine gelir, ferzin olur. Yusuf, seferden faydalanır,
yüzlerce muradına erişir.
Onların da gündüzün yüzlerini güneş yakıyor, geceleyin yıldızla yol buluyorlar,
Kötü yol, onlara güzelleşiyor, köyün neşesiyle cennet gibi görünüyor, bu suretle gidip duruyorlardı.
Acı, tatlı dudakların tesiriyle tatlılaşır, diken, gül bahçesi dolayısıyla gönül çeker bir hâle gelir.
Ebu Cehil karpuzu, sevgili yüzünden hurma kesilir, ev, evdeki dost yüzünden ova olur.
540. Gül yanaklı, ay yüzlü bir dilberin vuslatı ümidiyle nice nazeninler diken zahmetini çekerler.
Ay yüzlü sevgilisi yüzünden niceler sırtı yaralı hamal olmuştur.
Gece gelsin de ay ( yüzlü sevgilinin) yüzünü öpsün diye demirci, yüzünü simsiyah etmiştir.
Esnaf, gönlüne bir serviyi diktiğinden akşama kadar dükkanda çarmıha çakılmış gibi bekler durur.
Tacir, deniz demez, kara demez yürür durur ama evinde oturan bir sevgilinin aşkıyla koşup yeler.
545. Kimin bir ölüye, bir taşa, toprağa sevdası varsa bir diri yüzlünün sevdasıyla sevdalanmıştır.
Dülger, tahtaya yüz tutmuştur ama ay yüzlü güzeline hizmet etmek ümidiyle.
Sen de bir dirinin ümidiyle çalış, çabala ki o, bir gün sonra cansız bir hale geliversin.
Aşağılık yüzünden bir saman çöpünü kendine munis olarak seçme. Onun munisliği ariyettir.
Ananla, babanla munistin, Allah’dan başka munislerin sana vefakârsa hani o ünsiyet?
550. Hak’tan gayrı birisiyle dostluk, yerindeyse dadınla, lalanla ünsiyetin ne oldu?
Sütle, memeyle olan ünsiyetin kalmadı. Mektepten nefret ederdin, o nefret de geldi geçti.
O ünsiyet, onların duvarına varan güneş ziyâsından ibarettir. O akis güneşe gitti.
Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona âşık oluyorsun.
Her vara taallûk eden aşkın, Allah vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zâhirî
güzelliğinden değil.
555. O şeyin altın yaldızı aslına gitti de bakırı kaldı mı insanın tabiatı doyar, onu boşlayıverir.
Onun yaldızlı, zâhirî sıfatlarından ayağını çek. Bilgisizlikle kalpa pek hoş deme.
Kalplardaki o hoşluk, o güzellik eğretidir. O süsün, püsün altında süssüzlük vardır.
Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git.
Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana lâyık olan o güneşe git.
560. Ondan sonrada madem ki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste.
Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek?
O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.
Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura ura yürüdüler.
Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar,
565. Köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar,
“ Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen, bizim canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.
Mecnun’un, Leylâ’nın civarında oturan bir köpeğe iltifatı
Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona sâf şeker şerbeti veriyordu.
Bir herzevekil dedi: “ A ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,
570. Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.”
Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp aleminin kokusunu bile alamaz.
Mecnun dedi ki. “ Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!
Bu köpek, bence Allah’nın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.
Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş, neresini yurt edinmiş?
575. O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hattâ o benim dertdaşım, gamdaşım.
Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir.
Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili.. anlatmaya imkân yok ki, sus vesselâm!..”
Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içinde gül bahçesidir.
Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir.
580. Artık her sureti kırar, Haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın.
O sâf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.
585. Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum.
Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar.Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.
590. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de!
Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine de bulabilir.
Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “ Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti”
sırrına ersin.
Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Allah kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve
öğrenişe vasıta halk etmiştir.
595. Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü.
Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi eziyetler,
zahmetler çektiler.
Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hattâ.
Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan
gelmesi
Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,
600. Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu.
Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha
iyi.
Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür, bekçi gibi orada yurt tutar, otururlar.
Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma, yahut da madem ki baktın, hoşlanıp gülme.
O çeşit habis ve âsi suratlar hakkında Allah, “ Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.
605. Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular.
Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu.
Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?
Tam beş gün, geceleri soğuktan üşüyerek, gündüzleri sıcaktan yanıp yakılarak kapısının önünde kaldılar.
Orada kalışları ne gafilliklerindendi, ne eşekliklerinden. Zaruretten, açlık ve susuzluk yüzündendi.
610. İyiler, zaruret yüzünden kötülerle bağdaşırlar. Adam, zaruret yüzünden ölü eti bile yer!
Şehirli, köylüyü gördükçe selâm vermekte, “ Yahu, ben filan kişiyim, adım da şu” demekteydi.
Köylü ”Olabilir. Fakat sen kimsin, nesin, ben ne bileyim? Belki kötü bir adamsın, belki temiz bir adam.
* Ben, gece gündüz, Allah’nın işlerine hayran kalmış, dalmış gitmişim. Seninle hiçbir surette mukayyet
olmam ben.
* Kendi varlığımdan bile haberim yok. Varlığımdan bir kıl ucu kadar bile eser kalmadı.
* Aklım, Allah’dan başka hiçbir şeyden agâh değil. Gönlümde de Allah’dan başka bir şey yok, canımda da ”
diyordu.
Şehirli dedi ki: “ Bu an, tam kıyamete benzedi: Kardeş, kardeşinden kaçmada !”
Şehirli, köylüye “ Soframdan fazlasıyla yemek yemedin mi sen? Ben o adam değil miyim?
615. Filan gün sana feşman şey almadım mıydı, seninle buluşup görüşmez miydik?
* Aylarca bana konuk olmaz mıydın, sayısız ihsanlarıma, in’amlarıma nail olmadın mı?
Halk, aramızda ki sevgiyi duymuş, işitmiştir.Boğaz, nimet yerse yüz utanır” diye anlatıp duruyor.
Köylü de “Saçma sapan ne söylenip duruyorsun ki? Ne seni tanıyorum, ne adını, ne yerini!” diyordu.
Beşinci gece gökyüzünü bulutlar kapladı, bir yağmur başladı ki gök bile bu yağışa şaşa kaldı.
Artık bıçak kemiğe dayanınca şehirli “Ev sahibini çağırın” diye kapının halkasını döğmeye başladı.
620. Köylü, yüzlerce ısrardan sonra nihayet kapıya gelip “ Babasının canı ne istersin, ne var” deyince
Şehirli, dedi ki: “ Bunca haktan vazgeçtim,bütün zanlarımı, düşüncelerimi terkettim.
Zavallı cancağızım, beş günde bu sıcakta yanıp şu soğukta donarak beş yıllık zahmet çekti.”
Bildikten, dosttan, soydan gelen bir cefa, ağyarın üç yüz bin cefasına eşittir.
Çünkü insan, eşin dostun cevrü cefada bulunacağını ummaz, tabiatı daima onun lûtfuna, vefasına alışmıştır.
625. İnsanların uğradıkları belâ ve mihnet, dikkat edersen anlarsın ki alışmadıkları şeylerden meydana gelir.
Şehirli: “ Ey sevgi güneşi zevale erişen arkadaş, kanımı bile döksen helâl ederim.
Yalnız şu yağışlı gecede bize bir bucak ver de kıyametten sen de bunun ecrine nail ol” dedi.
Köylü, “Orada bağcının sığındığı bir bucak var. Bağcı, o bucakta kurtları bekler.
Kurt gelirse öldürmek için eline yayını, okunu alır, bekler durur.
630. Sen de o zahmeti çekebilirsen ne âlâ, orası senin olsun. Fakat bu işi başaramazsan kendine başka bir
yer ara” deyince,
Şehirli dedi ki: “Sana yüzlerce hizmette bulunayım, sen tek yer ver. O yayı, oku da ver elime.
Ben uyumam, üzümleri beklerim. Kurt gelirse tam kellesinden vururum.
İki yüzlü münafık. Allah için olsun sen beni gece vakti yağmur altında, çamur üstünde bırakma da!”
O bucak boşaltılınca şehirli, çoluk, çocuğuyla beraber o daracık, o dönüp kımıldamağa bile imkânsız yere
gitti.
635. Selden, mağara bucağına sığınmış çekirgeler gibi âdeta birbirlerinin üstüne binmişlerdi.
Bütün gece “ Aman Yarabbi, sen acı. Biz değil buna, hattâ bunun iki yüz misline bile lâyığız.
Aşağılık kişilerle dost olanın, adam olmayanlara adamlık gösterenlerin lâyığı budur.
Ham tamaha düşüp ulular kapısındaki hizmeti bırakan, buna lâyıktır.
Temiz kişilerin taşını, toprağını öpüp yalamak aşağılık adamlara hizmetten, onların bağına, bahçesine nâil
olmaktan yeğdir.
640. Gönlü aydın bir ere kul olmak, padişahların başına taç olmadan daha iyi.
Ey yol çavuşu, ey aykırı yollarda koşup duran, sen şu toprak yüzündeki padişahlardan davul sesinden başka
bir şey bulamazsın ki.
Şehirliler bile ruha nispetle yol uran hırsızlardan ibaretken köylü dediğim kim oluyor? Feyizden mahrum bir
ahmak!
Aklına, tedbirine uymayıp gulyabani sesi duyunca o sese tabi olana bu layıktır” diyorlardı.
Yaptığı işe candan gönülden nâdim oldu, oldu ama artık soğuk soğuk ah etmenin ne faydası var.
645. Şehirli de bütün gece elinde yayla ok, her yanı gezip dolaşmakta, her tarafta kurt araştırmaktaydı.
Halbuki asıl kurt, kıvılcım gibi ona sıçramış, musallat olmuştu da o bundan habersiz hâlâ kurt arıyordu.
Sivrisineklerle pireler, kurt gibi o viranede onların başına üşüşmüş, onları yaralayıp duruyordu.
İnatçı kurdun saldırması korkusuyla sivrisinekleri kovmaya da mecalleri yoktu.
Kurt gelir de sürüye bir ziyan verirse köylü şehirlinin saçını, sakalını yolardı.
650. Dertleri aşırı bir derecede, yürekleri ağızlarına gelmiş bir hâlde beklerken,
Ansızın bir tepeden saldırıp gelmekte olan bir kurt karaltısı göründü.
Şehirli, yayını kurup bir ok attı, hayvanı vurdu, tepeden aşağı düşürdü.
Hayvan düşerken bir yellendi. Köylü, duyup eyvah dedi, ellerini dizlerine vurdu.
“ Be hey mürüvvetsiz, eşeğimin sıpasını vurdun” dedi. Şehirli, “ Yok canım, dev gibi kurt.
655. Karaltısına baksana, kurdun ta kendisi. Şeklinden de kurt olduğu anlaşılıp duruyor” dediyse de,
Köylü, “Hayır. Yellendi ya.. tanıdım ben. Onun yellenmesini suyu şaraptan nasıl ayırt edersem öyle ayırt
eder, anlarım.
Çayırlıkta benim sıpamı vurdun, öldürdün. Dilerim, neşe yüzü görmeyesin” dedi.
Şehirli, “İyi, bak… vakit gece. İnsan, geceleyin iyi göremez.
Gece ekseriye adamı yanıltır, başka şeyler gösterir. Herkes geceleyin gördüğünü fark edemez.
660. Hele bu gece hem karanlık, hem bulut var, hem şiddetli yağmur yağmada. Bu üç karanlık, adamı pek
yanıltır.” dedi ama,
Köylü “ Hayır. Bu bana gün gibi aşikâr. Tanırım ben, bu yellenme, benim eşeğimin sıpasının yellenmesi.
Yolcu, azığı nasıl tanırsa ben de yüz yel arasında bile o yeli tanırım” deyince,
Şehirli dayanamadı, sıçrayıp köylünün yakasına yapıştı.
Dedi ki: “ A hilebaz sersem, a bunak mendebur, sen hem afyon yutmuş, hem esrar içmişsin.
665. Bu üç karanlık içinde eşeğin yellenmesini tanıyorsun da beni nasıl tanımıyorsun be hey avare!
Gece yarısı eşek sıpasını tanıyan adam, güpegündüz dostunu nasıl tanımaz?
Kendini dalgın ve ârif gösteriyor da mürüvvetin, vefanın gözüne toprak serpiyorsun.
Benim kendimden bile haberim yok, gönlüme Allah’dan başka hiçbir şey sığmıyor ki.
Dün yediğim bile aklımda değil.Bu gönül, hayretten başka bir şeyden neşelenmiyor diye kendini müstağrak
gösteriyorsun ama
670. Asıl akıllı, fakat Allah mecnunu benim, bunu hatırında tut da şu kendimde olmayışımı mazur gör.
Bir insan,şer’an murdar olan hurma şarabı içse kendinde değilse şeriat, onu mazur tutar.
Sarhoş ve esrarkeşin karı boşaması ve bir şey satması, makbul ve muteber değildir. O, çocuğa benzer,
yaptığı affedilir, hürdür, serbesttir.
Asıl tek padişah olan Allah’dan gelen sarhoşluksa insana yüz küpün şarabından ziyâde tesir eder, yüz
küpün şarabından ziyade adamın aklını alır.
Haydi yürü artık böyle adama nasıl teklif olabilir ki? At düştü, elsiz, ayaksız bir hâle geldi.
675. Âlemde eşek sıpasına kim yük yükler? Ebumerre’ye kim Farsça okutabilir?
At topallamaya başladı mı, üstündeki yükü alırlar. Çünkü Allah “ Köre teklif yok” dedi.
Ben de kendime karşı kör, fakat Allah’yı görür oldum. Şu halde azdan da affedilmişim, çoktan da!
Halbuki sen, dervişlikten dem vuruyorsun, kendinde olmadığını söylüyorsun, ebedî sarhoşlar gibi
hayhuylarda bulunuyor, naralar atıyorsun.
Yeri gökten fark etmiyorum diyorsun ama Allah gayreti seni bir sınadı ki!
680. Eşek sıpasının yellenmesi seni böyle rüsvay etti, senin, ben yokum diye kendini nefyedişini reddederek,
varlığını ispat etti.
Allah, sersem adamı böyle rüsvay eder, kaçan avı böyle yakalar işte!”
Hey babam hey… ben, padişah kapısına çavuş oldum diyene yüz binlerce sınama var.
Halk, onu bu sınamayla tanımasa bile ileri gelenler, onun dâvasına delil ister, yolundan nişan sorarlar.
Aşağılık bir adam, terzilik dâvasına kalkışsa padişah, onun önüne bir atlas kumaş atar.
685. Bundan bir geniş kaftan yap der. Bu sınamayla yersiz dâvaya kalkışanın başında iki boynuzdur peyda
olur, öküzlüğü anlaşılıverir.
Eğer kötüleri sınama olmasaydı her puşt, savaşta Rüstem kesilirdi!
Farz et ki puşt zırh giymiş, kaç para eder? Savaşa girişip sıkışınca esir olacak değil mi?
Allah sarhoşu, kasırgadan ayrılır mı hiç? O , sur üfürülünceye kadar kendine gelmez.
Allah şarabı doğrudur, doğru… yalanı yok. Sense şarap değil, ayran içmişsin, ayran içmişsin , ayran
içmişsin!
690. Kendini Cüneyd ve Bayezid gösteriyorsun. Yürü be.. ben, baltayı kilitten fark edemem ki diyorsun ama.
A düzenbaz, kötülüğü tembelliği, kızgınlığı ve ihtirası bu sersemlikle nasıl gizleyebileceksin?
Kendini Mansur-ı Hallâc göstermede, dostların pamuğuna ateş urmadasın.
Ben Ömer’i Ebuleheb’den ayırdedemem de gece yarısı eşek sıpasının yellenmesini tanırım diyorsun ha!
Senin gibi eşeğin bu sözüne inanan da kendisini, hatırım için kör ve sağır eden bir eşektir.
695. Kendini öyle pek yol erlerinden sanma. Sen yol kesicilerin adamısın, herze yiyip durma!
Sersemlikten uç, akla doğru koş. Mecazi akıl, göklere uçabilir mi hiç?
Kendini Allah âşıkı gösteriyorsun ama kapkara Şeytan’la aşkbazlık ediyorsun.
Kıyamet günü aâşıkla mâşuku birbirine bağlarlar da herkesin önüne çıkarıverirler.
Sen kendini nasıl oluyor da ahmak,dalgın gösteriyorsun? Üzümün kanı nerede? Sen bizim kanımızı içmişsin!
700. Yürü, benden uzaklaş hemen. Ben seni tanımıyorum. Kendini bilmeyen bir ârifim ben, köyün
Behlûl’üyüm ben diyorsun ha!
Allah yakınlığına eriştin de sanat, sanatkârdan ayrı olmaz sanıyorsun ha!
Şunu olsun görmez misin? Allah velilerinin eriştikleri yakınlıkta yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var.
Meselâ demir, Davud’un elinde mum oluyor… halbuki senin elinde mum, demir kesiliyor!
Yaratma ve rızık verme yakınlığında herkes müsavidir, bu sıfatlar herkeste var. Fakat bu ulular, Allah
aşkının vahyi yakınlığına sahip olurlar.
705. Babacığım, yakınlık da çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da!
Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi bile yok!
Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de gizlenir mi ki?
Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin.
Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?
710. Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme.
O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar bile onlara hasret çeker.
Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla gıdalanmışsan aslan tut aslan!
Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa
sarkıntılıkta bulunma!
Sarhoş gibi şu yana, bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa yol yok, o tarafa yürü.
715. O yana yol bulursan ondan sonra bazan bu tarafa salın, bazan o tarafta.
Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün gelmemiş, yalan yere can çekişme.
Fakat ebedî hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi, mahlûku tanımasa da caiz.
Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür, kendini havayla şişirip gururlanırsın ama,
Bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit semirmesin!
720. Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır mı?
Çakalın boyacı küpüne düşüp boyanması ve çakallar arasında tavusluk
dâvasına kalkışması
Bir çakal boyacı küpüne düştü, orada bir müddet kaldı.
Sonra postu boyanmış olarak çıkıp “Ben illiyyin tavusuyum, demeye başladı.
Postu boyanmış, pek güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu.
Çakal, kendini yeşil, kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o çeşitli renklerle öbür çakallara göründü.
725. Hepsi de “A çakalcık, bu ne hâl? Fazlasıyla neşelere dalmışsın, pek memnunsun.
Neşeden âdeta bizden nefret ediyorsun! Bu ululuğu nereden elde ettin?” dediler.
Fakat çakallardan biri “ Sen ya hile yapıyorsun, yahut da hakikaten bir neşeye sahip oldun, neşeliler arasına
katıldın.
Mimbere çıkmaya, lâfla ulu görünüp bu halkı, kendine meftûn etmeye kalkıştın.
Bir hayli çalıştım, fakat bir aşk, bir hararet görmeyince hileye sapıp utanmazlığı ele aldım” dedi.
730. Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere âdettir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanat.
Bu suretle neşeliyiz diye halkı kendilerine çekerler ama iç yüzlerine bakılırsa hiç de hoş değildirler.
Yalan dâvalarda bulunan birisinin her sabah bir kuyruk parçasıyla
dudağını, bıyığını yağlayıp “Ben şunu yedim, bunu yedim” diye
dostlarının arasına çıkması
Aşağılık bir adam, bir kuyruk parçası buldu. Her sabah bıyıklarını onunla da yağlar,
Devlet sahiplerinin yanına varıp “Evde yağlı yemek yedim” der,
Sözünün doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden eliyle bıyıklarını sıvazlar.
735. “İşte sözümün doğruluğuna şahit... bıyıklarım, yağlı, yağlı şeyler yediğime delil” demek isterdi.
Karnı ise sessiz, sadasız “ Allah, yalancıların düzenini kurutsun!
Senin lâfın bizi ateşlere yaktı. O yağlı bıyığın kökünden kopsun.
A yoksul, şu kötü dâvan olmasaydı belki bir kerem sahibi bize acırdı.
Yahut da noksanını, yoksulluğunu söyleseydin, bu yalanları, bu düzenleri düzüp koşmasaydın, bir doktor
çıkarda derdine deva ederdi.” derdi.
740. Allah” Ey eğri adam , kulağını, kuyruğunu sallama. Doğrulara, doğrulukları fayda verir” dedi.
A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster, “doğrul, doğru ol”
Ayıbını söylemiyorsan bari sus, gösterişte, hileyle kendini öldürme!
Bir para elde ettiysen ağzını açma. Yolda sınama taşları var.
Sınama taşlarının önünde de halli hallerine sınamalar var, onlar da imtihanlara tabi!
745. Allah, “ Doğumdan bu ana kadar onlara her iki kere sınanırlar” dedi.
Babam, imtihan içinde imtihan var. Derlen toplan da ufacık bir imtihanla kendini satma!
Bâbûr oğlu Bel’am’ın Allah imtihanlarından yüzü
ak çıkacağına emin olması
Bâbûr oğlu Bel’am’la melûn iblis, en son imtihanda alçaldılar.
“ O adam da kendi iddiasınca devletli görünürdü ya, fakat midesi, bıyığına lânet eder,
“ Yarabbi, şu adamın gizlendiğini sen dışarıya vur, meydana çıkar. Bizi yaktı, yandırdı, sen onu rüsvay et”
derdi.
750. Onun bedeninin bütün cüzleri, ona düşman olmuştu. O, bahardan dem vurdu ama onlar, kışın ta
kendisindeydiler.
Adam, ihsandan, keremden dem vururdu ama merhamet dalını, ta kökünden kesmekteydi.
Ya doğru ol, doğruluğunu göster, yahut sus da merhamete eriş, sonra coş!
Adamın karnı da bıyıklarına düşman kesilmiş, gizlice el kaldırıp dua ediyor,
“ Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri bize merhamete gelsinler” diyordu.
755. Karnın duası kabul oldu. İhtiyaçtan doğan yanıp yakılma, dışarıya kadar bayrak açtı, görünür bir hale
geldi.
Allah “ Beni çağırdın mı, suçlu da olsam, putperest de olsam ben, yine icabet ederim.
Onun için duadan hiç çekinme; hiç usanma. Dua, nihayet seni gulyabani nefsin elinden kurtarır.” demiştir.
Karın, kendini Allah’ya ısmarlayınca ansızın bir kedi gelip o kuyruk parçasını kaptı, götürdü.
Ev halkı, kedinin peşine düştüler, fakat kedi koşup kaçtı. Babamın azarına uğrayacağım diye çocuğunun
beti, benzi kaçtı.
760. Babası, bir toplulukta otururken o çocukcağız gelip işi anlattı. O lâfla geçinen adamın şerefini bir paralık
etti.
Dedi ki: “ Hani her sabah dudaklarını, bıyıklarını yağladığın o kuyruk parçası yok muydu?
Kedi geldi, onu kapıverdi. Ardına düştük, bir hayli koştuk ama faydasız… yakalayamadık ki!”
Oradakiler şaşırıp gülüştüler, Bu hâle acıdılar.
Onu davet edip doyurdular, yeryüzüne benzeyen varlığına merhamet tohumunu ektiler.
765. O da ululardan doğruluk zevkini görünce ululuğu bırakıp doğruluğa kul oldu.
Boyacı küpüne düşen çakalın tavusluk dâvasına kalkışması
O rengârenk çakal gizlice çıkagelip kendisini kınayanın kulağına dedi ki:
“ Hele bir bana, hele rengime bak. Şamanın bile böyle bir putu yoktur.
Gül bahçesi gibi ne de güzel bir hale geldim, ne de hoş yüzlerce renklere boyandım. Benden baş çekme,
secde et bana!
Şu güzelliğime, şu letâfetime, şu rengime bak da bana Fahri Dünya, Rükn-i din de!
770. Allah lûtfuna mazhar oldum. Ululuk sırlarını şerheden levh haline geldim.
Çakallar, oraya toplandılar, mumun etrafındaki pervaneye döndüler.
Hiç çakalda bunca güzellik mi olur?”
“ Peki a elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. Çakal: “ Müşteri yıldızına benzer erkek aslan deyin” dedi.
Bunun üzerine dediler ki: “ İyi ama can tavusları gül bahçelerinde salınır cilvelenirler.”
775. “ Sen de öyle cilveleniyor musun?” Çakal: “ Yok canım. Çöle düşmeden nasıl Mina’ya vardım diyebilirim?”
dedi.
”Peki, tavus kuşları gibi bağırabilir misin?”diye sordular. “Kara taştan kaynak mı çıkar hiç” diye cevap verdi.
Bunun üzerine dediler ki: “ Tavusun güzellik elbisesi gökten gelir, ezelîdir. Hileyle dâva ile hiç, o güzelliği
elde edebilir misin sen?
Firavun’un Allahlık dâvasına kalkışması da çakalın tavusluk iddasına
benzer
Firavun da saçını, sakalını süslemiş, eşekliğinden kendisini Musa’dan yüce göstermeye, ondan daha
yücelere bir derece üstün uçmaya kalkışmıştı.
O da, o boyacı küpüne düşen dişi çakalın soyundandı. O da mal ve mevki küpüne düşmüştü!
780. Kim onun Mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da o saçma sapan heriflerin secdelerine kandı.
O yamalı hırka giyen yoksul halkın secdesinden, malına mülküne karşı şaşırmasından âdeta kendinden
geçmiş, bir sarhoşçuk oluvermişti!
Mal, yılandır… onda zehirler var. Halkın mal sahibini büyük sayması, ona secde etmesiyse ejderhadır âdeta.
A firavun, ululanıp durma. Sen bir çakalsın, tavusluk dâvasına kalkışma.
Tavusların arasına varsan âciz kalır, onlar gibi salınamaz, rüsvay olursun.
785. Musa ile Harun, tavuslara benzerlerdi. Karşısında salındılar, cilvelendiler, seni perişan ettiler.
Çirkinliğin meydana çıktı, rüsvay oldun gitti. Yücelikten aşağılıklara düşüverdin!
Mehenk taşını görünce kalp akça gibi simsiyah oldun,
Üstündeki aslan nakşı gitti, köpekliğin meydana çıktı.
A uyuz çirkin köpek, hırsından, kızgınlığından aslan postuna bürünme. Aslan kükrer de seni sınar. O vakit
üstünde aslan,
Sureti olduğu, fakat hakikatte köpeklerin huylarına sahip olduğun anlaşılır.
Ve leta’rifennehum fî lahnil kavli âyetinin tefsiri
790. Allah, söz geliminde Peygambere dedi ki: “Münafıkların anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur:
Münafık iri yarı, korkunç, zâhiren babayiğit görünse bile sen onun sesinin tonundan ve sözünden tanır,
anlarsın.
Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere vurursun, değil mi?
Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.
Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benzer, önde gider.
795. ”Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses mastara benzer, fiil de o
mastarı tasrif eder!
Sınama sözü gelince hemencecik Hârût hikâyesini hatırladım.
Hârût’la Mârût’un hikâyesi ve onların Ulu Allah’nın sınamalarına karşı
yiğitlik taslamaları
Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik. Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini
anlatabiliriz.
Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti.
H ele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, âdeta filin tek bir uzvunu söylemiş olayım.
800. Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Hârût ve Mârût kıssasını dinle!
Allah lûtuflarını , padişahın lûtuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
Allah’nın kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Allah miracının ne sarhoşlukları var?
Tuzağındaki tane,insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lûtuflarda bulunur?
Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar
ediyorlar naralar atıyorlardı.
805. Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp
götürebilirdi.
Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur !
Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.
810. Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup
dolanmak kadar kolay gelir.
Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.
815. O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.
Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak,
şehvettir.
Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret !
820. Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!..
825. Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır.
Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “ Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.
830. Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “ Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok.
Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Allah’nın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
Allah, “ Allah’nın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.
835. Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu.
Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.
Gözleri, Allah inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
Dilerim, Allah ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder
olmasın, Doğruyu Allah daha iyi bilir.
Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması için
tedbirlere girişmesi
840. Firavunun çalışıp çabalaması, Allah ihsânı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Allah muvaffakiyet vermediği
için de diktiği yırtılıp sökülüyordu.
Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
Firavun’a rüyâsında Musa’nın doğacığını, Firavun’u ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
Düş yorucularla müneccimlere “ Bu hayâlin, bu kötü rüyânın delâlet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi.
Hepsi de dediler ki: “ Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mâni olalım”
845. Doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler:
O gün İsrailoğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.
“ Ey İsrail oğulları, haydin… sizi padişah filân yerde huzuruna çağırıyor.
Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellâllar
bağıracaklardı.
Çünkü o esirler, Firavun’a hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.
850. Hattâ yolda ona rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları emredilmişti.
Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek.
Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti.
Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı.
Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan men edildiği şeye haristir derler.
İsrailoğullarını, Musa aleyhisselâm’ın doğumuna mâni olmak üzere
meydana çağırmaları
855. ( Tellâllar bağırdılar:) “ Esirler, meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı, size yüzünü
gösterecek. İhsanlarda bulunacak!”
İsrailoğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından,
Hileye inandılar. Süslenip püslenip o tarafa doğru koştular.
Hikâye
Hani şunun gibi: Burada da hilekâr Moğollar, “Mısırlılardan birini arıyoruz .
Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler.
860. Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur”derler de,
Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu vururlar.
Onlar, ezan sesi duyunca Allah davetçisine uymazlardı ya… Onun şomluğu yüzünden.
Hilekâr Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın Şeytan’ın hilesinden !
Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin sesi, kulağını tutup çekmesin!
865. Yoksullar, tamahkâr ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde ara!
Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Öğülecek şeyler, ayıplar, kusurlar arasında olur.
İsrailoğulları coşarak erkenden meydana doğru koştular.
Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü onlara gösterdi.
Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.
870. Ondan sonrada “ Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan da kalın, burada yatın uyuyun”
dedi.
Cevap vererek dediler ki, “Sana kulluk eder, sözünü dinler hattâ dilersen burada bir ay otururuz”
Firavun’un, doğum gecesi, İsrailoğullarını karılarından ayırdığına
sevinerek meydandan şehre dönmesi
Firavunun, geceleyin “ Bu gece doğum gecesi, fakat hepside karılarından ayrı” diye sevinerek geri
döndü.
Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla konuşa konuşa şehre geldi.
Ona, “ İmran, bu gece sen de burada yat, karının yanına gitme onunla buluşma” dedi.
875. İmran, “ Peki, burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden başka bir şey düşünmem bile” dedi.
İmran da İsrail oğullarındandı. Fakat Firavun’a âdeta gönüllü , candı.
Firavun, onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi yapacağını nereden aklına getirecekti?
İmran’ın, Musa’nın anasıyla buluşması ve kadının Musa’ya gebe
kalması
Firavun gitti, İmran da orada yatıp uyudu. Gece yarısından sonra karısı, onu görmeye geldi.
Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu uykudan uyandırdı.
880. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti, dudak dudağa öpüşmeye başladılar.
İmran, “ Bu zamanda nasıl geldin?” dedi. Kadın “Sana iştiyakımdan. Allah’nın kaza ve kaderi bu” diye cevap
verdi.
İmran, karısını sevgiyle kucakladı kendini tutamadı.
Onunla buluştu ve emaneti ona verdi. Sonrada dedi ki: “ Kadın, bu küçük bir iş değil!”
Demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki padişahtan da saltanatından öç alıcı, padişaha
da, saltanatına da kin güdücü bir ateş.
885. Ben buluta benziyorum sen yersin Musa’da nebat. Allah , satranç oyununda şahı sürüyor, bir yutulduk
mu yutulduk!
Hanım, yutulmayı da hakikî padişah olan Allah’dan bil, yutmayı da. O işi bizden bilip bize hayıflanma!
Firavun’un korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum, meydana geldi işte!
İmran’ın karısıyla buluştuktan sonra “ Beni görmemiş ol” diye
nasihat etmesi
Sakın bunu kimseye söyleme, gizle de bana da yüzlerce türlü gam, gussa gelmesin, sana da.
Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin, alâmetleri belirdi!”
890. Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya, yer, gök nâralarla dolmaya başladı.
Firavun, bu nâralardan korkup sıçradı, gürültünün ne olduğunu anlamak için yalınayak koştu.
Meydandan gelen ve dehşetinden cinleri, perileri bile korkutan bu nâralar, bu gürültüler nedir anlamak
istiyordu.
İmran, “ Padişahımızın ömrü uzun olsun…İsrailoğulları, lûtfundan neşeleniyorlar.
İhsanlarına seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar “dedi.
895. Firavun dedi ki” Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim, bir endişedir kapladı.
Firavun’un o sesten korkması
Bu gürültü, âsabımı bozdu. Bu acı dertle, kederle âdeta beni kocattı.”
Padişah, bütün gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir yana gidip geliyor.
Her an “İmran, bu nâralar, beni dehşetle yerimden sıçrattı” diyordu.
Zavallı İmran’ın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin.
900. Karısı gebe kalınca gökte Musa’nın yıldızının belirdiğini anlatsın.
Her peygamber, ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder, parlamaya başlar.
Gökte Musa aleyhisselâm’ın yıldızının belirmesi ve meydanda
müneccimlerin feryadı
Kör Firavun’un hilelerine, tedbirlerine rağmen gökyüzünde Musa’nın yıldızı belirdi.
Sabah olunca İmran’a “ Git de o gürültünün, o patırtının ne olduğunu anla” dedi.
İmran, meydana koşup “ Bu ne gürültüydü? Padişahlar padişahı uyuyamadı” deyince,
905. Her müneccim, yaslılar gibi başı açık, yeni yakası yırtık bir halde toprağı öptü.
Yaslılar gibi sesleri ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu.
Saçlarını, sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı yaşlarla doluyordu.
İmran “ Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hâl? Bu yomsuz yıl, kötü alâmetler mi gösteriyor yoksa?” dedi.
Özürler serdederek dediler ki: “Emîr Allah’nın kaza ve kaderi bizi esir etti.
910. Her çareye başvurduk, fakat padişahın devleti karardı, düşmanı dünyaya geldi, galip oldu.
Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör etti.
O Peygamber’in yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar gibi gözyaşları dökmeye başladık.”
İmran , içinden sevindi, fakat zâhiren “ Eyvahlar olsun!” diye elini başına vurup,
Kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız.
915. Ve gûya kendini bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp onlara bir hayli ağır sözler söyledi.
Kendini meyus ve mahzun göstererek sevincini gizliyor, onlara oyun oynuyordu.
“ Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.
Onu bu meydana kadar sürükleyip yüzünün suyunu döktünüz, şerefini hiçe saydınız.
Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız diye vaitlerde bulundunuz” dedi.
920. Padişah da bunu duyunca “ Hainler, dedi, ben de sizi asayım da görün.
Kendimizi gülünç hallere soktuk, düşmanlara mallar ihsan edip ziyana girdik.
Bu gece bütün İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye,
Mal da gitti, şeref de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi adamların muaveneti, bu mudur iyi kişinin
yapacakları iş?
Yıllardır paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça yiyip duruyorsunuz.
925. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma yiyen hilekâr ve şom kişilersiniz.
Sizi öldürür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir…
Sizi ateşe odun yapar, yiyip içtiklerinizi fitil fitil burnunuzdan getiririm.”
Müneccimler, secde edip “Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe etti.
Fakat yılardır nice belâlar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile hayran olmakta.
930. Bu sefer tedbirimiz, hiçe çıktı. O Peygamber’in anası gebe kaldı, o, ana rahmine düştü.
Düştü ama padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe dikkat ederiz.
Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mâni olmak için doğacağı günü hesaplayacak,
gözleyeceğiz.
Ey akıllarla fikirler, reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da yapamazsak bizi öldür” derler.
Firavun, düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın diye günden güne dokuz ayı sayıp
duruyordu.
935. Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkışan, başaşağı gelir, kendi kanına bulanır.
Yer, göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer.
Resim, ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını yolmuş olur!
Firavun’un hileye girişerek yeni doğuran kadınları meydana çağırması
Dokuz ay sonra padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellâllar çağırttı.
Tellâllar, “ Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları çocuklarıyla meydana gelsinler.
940. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular. Elbiseler, altınlar elde ettiler.
Kadınlar, bu yıl devlet sizin. Herkes dilediği şeye nâil olacak.
Padişah, kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların başlarına da altın külâhlar koyacak.
Padişah diyor ki “Hele bu ay doğanlar yok mu, bilhassa onlar ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar” diye
bağırdılar.
Kadınlar, sevindiler, çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına kadar gittiler.
945. Yeni doğurmuş olan her kadın, hileden, kahırdan emin bir halde şehirden çıkıp meydana yöneldi.
Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının kucaklarından aldılar.
Düşman doğmasına, felâket artmasın diye gûya ihtiyata riayet ederek başlarını kestiler.
Musa’nın vücuda gelmesi, memurların İmran’ın evine gelmeleri,
Musa’nın anasına, Musa’yı ateşe at diye vahiy edilmesi
Musa’yı doğurmuş olan İmran ’ın karısına gelince elini, eteğini çekmiş, o kargaşalıktan, o toz dumandan
kurtulmuştu.
Fakat o alçak Firavun , evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi.
950. “ Burada bir çocuk var. Anası, ürktüğü,şüphelendiği için meydana gelmedi.
Bu sokakta güzel bir kadın var, bir de çocuk doğurmuş… fakat pek akıllı, pek tedbirli bir kadın” diye
kovaladılar.
Bunun üzerine memurlar eve gelince Musa’nın anası, Allah emriyle Musa’yı tandıra attı.
Bilen Allah’dan kadına “Bu çocuğun aslı Halil’dendir.
Ey ateş, soğu, yakma emrinin koruması yüzünden ateş yakmaz, bir zarar vermez” diye vahiy gelmişti.
955. Kadın, vahiy üzerine Musa’yı ateşe attı. Fakat, ateş Musa’yı yakmadı.
Memurlar, bunu görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip gittiler. Fakat kovucular, yine bu işi
anlayıp,
Firavun’dan birkaç para koparmak için memurlara macerayı anlattılar.
O tarafa dönün, pencereden iyice bir bakın dediler.
Musa’yı suya at diye anasına vahiy gelmesi
Musa’nın anasına yine “Çocuğunu suya at, saçını, başını yolma, ümitlen,
960. İtimat et, onu Nil’e at… ben, onu yüzü ak olarak sana kavuştururum” diye vahiy geldi.
Bu sözün sonu gelmez ki. Firavun’un bütün hileleri, yakasına, paçasına dolaşmaktaydı.
O, dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu; Musa ise evinin içinde baş köşede yetişmekteydi.
O uzağı gören kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni doğmuş bir çocuk varsa
öldürtmekteydi.
İnatçı Firavun’un hilesi ejderha idi, bütün âlem padişahlarının hilelerini yutmuştu.
965. Fakat ondan daha Firavun birisi zuhur etti. Onu da yuttu, hilesini de!
O bir ejderha idi, asâ da bir ejderha oldu. Bu, onu Allah tevfikiyle sömürüp yutuverdi!
El üstünde el var… nereye kadar bu. Ta son erişilecek menzile, ta Allah’ya kadar!
Çünkü o, öyle bir denizdir ki ne dibi var, ne kıyısı! Bütün denizler, ona karşı sele benzer.
Hileler, tedbirler ejderha ise Tek Allah önünde hepsi de hiçtir!
970. Sözün, buraya gelince yere baş koyup mahvoldu… doğru yolu Allah daha iyi bilir!
Firavunda olan yok mu? Sende de var. Fakat senin ejderha kuyuya hapsedilmiş!...
Yazıklar olsun… bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat sen, onları Firavun’a isnat etmek istersin.
Senin hâlinden bahsettiler mi canın sıkılır, başkasından bahsettiler mi sana masal gelir.
Lâkin nefis seni ne de harap etmiş… bu arkadaşın da seni hikâyelerle uzaklara atmakta!
975. Senin ateşine, Firavun’un ateşine atılan odun atılmamakta, onun gibi fırsat bulamıyorsun sen. Yoksa
fırsat bulsan senin ateşin de Firavun’un ateşi gibi yalımlanır!
Yılancının donmuş bir ejderhayı ölü sanarak iple baplayıp
Bağdat’a getirmesi
Eski vakaları bilip söyleyenden bir hikâye dinle de bu üstü örtülü sırdan bir koku al.
Bir yılancı, afsunlarla yılan tutmak üzere dağlara yüz tuttu.
Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı ,nihayet aradığını bulur.
İki elini de aramadan çekme. Arama, yolda en iyi bir kılavuzdur.
980. Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hattâ edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu
ara.
Gâh lâfla, gâh susarak, gâh şuraya, buraya boynunu uzatarak, o padişahın kokusunu almaya çalış.
Yakup, oğullarına “ Yusuf’un kokusunu haddinden fazla arayın” dedi.
Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın.
Allah, “Allah lûtfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak
bucak yürü.
985. Onu ağzınla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın!
Nereden bir güzel koku alırsan koklayın. Ne taraftan o âşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!
Nerede bir kişiden lûtuf görürsen o adama mukayyet ol… belki o lûtfun aslına yol bulursun, olur ya!
Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.
Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi
odur.
990. Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.
Her sille, okşamak içindir... Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.
Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al…ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!
Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.
İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.
995. O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.
Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.
Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.
Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!
İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur?
1000. Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi.
İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!
Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o , niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.
Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.
1005. “ Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektin” diyordu.
O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.
Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.
Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.
Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.
1010. Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… bütün âlemi de buna kıyas et.
Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve
anlayış sahibi bilmek gerek.
Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada
söylemekteler.
Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.
Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilâhi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.
1015. Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.
Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, ibrahim’e ağustos gülü olur…
Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur...
Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…
Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup
durmaktayız” derler.
1020. Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına,sırrına nasıl mahrem olursunuz
ki?
Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın.
Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
“ Tespihten maksat, nasıl olur da zâhirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de
sapıklıktan başka bir şey değil.
1025. Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Allah’yı tespih eder.
Sana Allah’yı tespih etmeyi hatırlıyor ya… işte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir”
dersin.
İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.
İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
Bu sözün sonu gelmez… Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke,
1030. Bağdat’a kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için,
Yılanı Şat kıyısına koydu.Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
“ Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,
Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.
Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.
1035. Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu.
Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak üstüne geldi!
Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir
alâmet olmuştu.
Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.
Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı.
1040. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı.
Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu.
Güneş onu epeyce ısıtınca âzasından soğuk ahlât sıyrılıp gitmişti.
O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı.
Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu.
1045. Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya koyuldular.
Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü.
İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha!
Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayak altında kalıp öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu.
Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.
1050. O kör koyun kurdu uyandırdı. Cahil, Azrail’in yanına kendi ayağıyla gitti.
Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac’a kan dökmekten kolay ne var,
Sonra da bir direğe sarılıp kendisini sıktı, karnında herifin kemiklerini çatır, çatır kırdı.
Senin nefsinde bir ejderhadır.O,nereden öldü ki? Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!
Firavun’un eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak bile, Firavun’un emriyle akardı.
1055. Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen firavunluğa başlar, yüzlerce Musa’nın da yolunu vurur,
yüzlerce Harun’un da!
O ejderha, yoksulluk elinde bir kurtcağız kesilir. Mevki ve mal yüzünden bir sivrisinek büyür, çaylaklaşır!
Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına getirme.
Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.
Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir.
1060. Üstüne şehvet güneşi vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar.
Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş… Allah, sana vuslatıyla karşılık versin!
Hulâsa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince,
O fitneleri meydana çıkardı. Hattâ azizim, söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!
Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun?
1065. Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek.
Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlûp oldu, ejderhasından yılıp kaçtı, ölüp gitti!
Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı tehdit etmesi
Firavun, Musa’ya “ Ey Kelîm, sen neden halkı öldürdün, neden halka korku saldın?
Halk, senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip öldü.
Hulâsa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de kin var, kadının gönlünde de.
1070. Halkı kendine davet ediyorsun ama iş aksi çıktı. Sana aykırı hareket etmekten başka çareleri kalmadı.
Ben de senin şerrinden kaçıyor, sana aşikâre karşı durmuyorum ama aleyhine çömlek kaynatıp duruyorum.
Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka kimsenin geleceğini umma.
Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur saldım diye mağrur olma.
Bunun gibi yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor hakir bir hale gelirsin, seninle alay eder,
sana gülüşürler.
1075. Senin gibi nice hilebazlar vardı, bizim Mısır’ımız da nihayet rüsvay oldular” dedi.
Musa’nın Firavun’un tehdidine cevap vermesi
Musa, Firavun’a dedi ki: “Ben, Allah emrine karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse korkum yok.
Ben, bu âlemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de şükrederim… tek Hak yanında yüce olayımda.
Halka karşı hor hakir olayım, benimle alay etsinler, bana gülsünler… Allah’ya karşı sevgili olayım,o beni
istesin, beğensin… yeter bu bana.
Bunları da söz olsun diye söylüyorum hani. Yoksa Allah seni yarın kara yüzlülerden edecek, bu muhakkak!
1080. Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun nişanesini Âdem’le İblisin hikâyesini oku da anla!..
Allah’nın zâtına nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını başına al da ağzını yum, yaprağı çevir!”
Firavun’un Musa aleyhisselâm’a cevap vermesi
Firavun, Musa’ya “ Yaprak bizim elimizde... şimdi defter de bizim hükmümüzde, divan da bizim!
Bütün âlem halkı beni seçmiş, beni kabul etmiş. A Musa, bütün âlemde en akıllı sen misin ki?
A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın.. haydi oradan be… kendini az gör, kendine güvenip gururlanma.
1085. Dünyanın sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin bilgisizliğini göstereyim.
Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana kırk günceğiz mühlet ver” dedi.
Musa’nın Firavun’a cevabı
Musa dedi ki: “ Bana bu hususta izin yok. Ben bir kulum, sana mühlet vermeye emir almadım.
Sen hükümdarsın, gâlipsin, benim yardımcım, dostum yok… fakat Allah fermanına tabiim, başka bir şeyle
işim yok.
Diri oldukça seninle canla başla savaşacağım. Ben kulum, yardımla, yardımcıyla ne işim var?
1090. Allah’nın hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım. Her hasmı düşmanından Allah ayırır”
Firavun’un Musa’ya cevabı ve Musa aleyhisselâm’a vahiy gelmesi
Firavun, hayır dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek. Beni aldatıp durma, yel alıp poyraz satma.
Bu sırada ulu Allah’dan Musa’ya “ Ona bol, bol mühlet ver, korkma.
Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit, çeşit hileler düzsün.
İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum ki. Ona söyle, hızlı gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben
varım.
1095. Onların hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben eksiltirim.
Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir yaparım.
Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat ederim. Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri
yaparım ben.
Sen korkma, ona uzun bir müddet mühlet ver… asker topla, yüzlerce hileler düz de” diye vahiy geldi.
Musa aleyhisselâm’ın Firavun’a şehirlerdeki sihirbazları toplamak
üzere mühlet vermesi
Musa, “ Emir geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun, şimdilik ben yerime gidiyorum” dedi.
1100. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi peşine takıldı.
Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarakgidiyor,
ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu.
Taşı, demiri nefesiyle çekip sömürmekte, demiri apaşikâr bir surette ağzında ezip çiğnemekteydi.
Havalanıp burçların üstüne çıkmakta, Rum, Gürcü… herkes ondan kaçmaktaydı.
Deve gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin üstüne düşse cüzzam illetine
tutuluyordu.
1105. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri yerinden oynatıyor, kara aslanların bile canları elden gidiyordu.
O seçilmiş peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından yakaladı, ejderha asâ oldu yine.
Asâya dayandı da dedi ki: “ Ne şaşılacak şey. Bizim yanımızda güneş, düşmana karşı gece!
Ne hayret edilecek şey ki bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu âlemi görmüyor.
Göz de açık, kulak da; sonra da bu zekâ… Allah’nın gözbağcılığına hayretteyim!
1110. Ben onlara şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın onlar diken,ben yasemin:
Onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat onlara kadehteki şerbet taş kesildi.
Gül desteleri yaptım, götürdüm, her gül, diken oldu, şerbet zehire döndü.
Bu kendisinden geçenlerin canlarına nasib olan bir şey. Onlar, kendilerine oldukça nasıl meydana çıkar?
Yanımızda uyanık bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün!
1115. Halkın düşüncelere dalması bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk, düşünceleri yatışmasın, uyumasın
diye bu güzelim uykunun boğazını sıkar.
Bir hayret lâzım ki düşünceleri silip süpürsün. Hayret, fikirleri de yok eder, zikirleri de!
Hüner ve marifette kim daha kâmilse mâna bakımından artta sureta ileridedir.
Allah “ Geri dönenler” dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip ağıla gitmesine benzer.
Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan keçi artta kalır.
1120. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı asıkları bile güldürecek bir halde öne düşer.
Bu kavim, laf olsun diye topal olmadılar ya… öğünmeyi terk ettiler de ârı satın aldılar.
Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya topallaya giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol
vardır.
Bu tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu yol, zâhirî bilgiyi tanımaz.
Bu yolda, aslı o âlemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri, aslında yol gösterir.
1125. Her kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak? Allah bilgisi gerek ki insanı Allah’ya ulaştırsın.
Şu halde adama sonunda gönülden silinip arıtılması lâzım olan bilgiyi neye öğretirsin?
Öyleyse bu âlemde ileri gitmeye heves etme, topal ol da geri dönerken en öne düş.
Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve, ağaca nazaran daha ileridedir,
derecesi daha üstündür.
Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan maksat odur.
1130. Melekler gibi “ Bizim bilgimiz yok de de “ Ancak senin bildirdiğin bilgiyi biliriz” sırrı elini tutsun.
Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl ve irfan nuriyle dolarsın.
Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Allah kullarının halini daha iyi bilir ya, kaybolmazsın, merak etme.
Altın definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?
Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halâs olmanın da zahmet ve meşakkatlerde
gizlenmesi buna benzer.
1135. Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir ama iyi at, kösteklerini kırar, bukağıdan
kurtuluverir.
Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir. Gündüzün nuru, bütün hayalleri siler süpürür.
Ey Allah rızasını elde eden, bu suâl, sana o taraftan geldi, cevabını da o taraftan ara.
Gönlün köşesiz köşesi yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir yoldur. Gönlün doğudan da olmayan,
batıdan da olmayan aydınlığı, tek bir aydan meydana gelir.
Ey mâna dağı, sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses arayıp durursun.
1140. Derde düşünce iki büklüm olup “ Yarabbi” diye yalvardığın taraf yok mu, bu sesi de o tarafta ara.
Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya
dönüyor, hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?
Mihnet zamanında “ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin.
Bu hal, şundan ileri geliyor: “ Allah’yı şeksiz, şüphesiz bilen, tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.
Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Allah tecellisi, gâh örtülür, gâh yenini, yakasını yırtıp görünür.
1145. Aklı cüzi gâh üstündür, gâh baş aşağı ,Aklı Külli ise bütün hâdiselerden kurtulmuştur, emindir.
Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git, Buhara’ya değil!
Biz neye bu derece de söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gitti.
Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti… Bu suretle secde edenler arasına katılayım,
onlarla beraber yuvarlanayım bari.
İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Hâlimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!
1150. Âsi, bunlar önce gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya…Kur’an hakkında söylenen bu söz, nifak
eseridir.
İçinde Allah nuru olan Lâmekân âleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hâl,
Geçmiş, gelecek, sana göredir. Yoksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.
Bir adam, onun babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam, Amr’ın üstündedir.
Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek bir şeydir, işte o kadar!
1155. Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir ancak. Eski harfler, yeni mânayı ifade edemez ki.
Ey tulum, burası madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı!
Firavun’un sihirbazları çağırtmak üzere şehirlere adam göndermesi
Musa, dönüp Firavun kalınca bütün rey ve tedbir sahiplerini danışmak üzere çağırdı.
* ” Bizim de sihirbazlarımız var. Her bireri sihirde tek, bütün sihirbazla,r onlara uymakta” dediler.
Padişahın, Mısır sultanı olan Firavun’un Mısır civarındaki bütün sihirbazları çağırmasını kararlaştırdılar.
Firavun hemen bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli adam gönderdi.
1160. Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı.
İki genç vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri, aya bile tesir ederdi.
Aydan apaşikâr süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit küplere binip giderler.
Ay ışığını bez şekline sokup ölçer, biçer satarlardı.
Müşteri, para verip alır, sonra anlayınca eyvahlar olsun deyip hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı.
1165. Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür dururdu.
Onlara da “ Padişah şimdi sizden bir çare aramakta.
İki yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.
Bir sopadan başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha oluyor.
Padişah da çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi feryad ve figana geldi.
* Bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size haber gönderip buyuruyor ki:
1170. Bunları defetmek için bir çare bulun..karşılık olarak size hesapsız hazineler bağışlayacak” diye haber
gönderdi.
Bu haberi duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem sevgi.
Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını dizlerine koydular.
Sofinin meşk yeri dizidir,Müşkülü halletmek hususunda iki diz, âdeta sihirbazdır.
O iki sihirbazın, babalarının ruhaniyetine sığınmaları ve Musa
aleyhisselâm’ın hakikatını babalarının ruhundan sormaları
O iki büyücü, bu haberi alıp hayrete daldıktan sonra annelerine “ Anne, babamızın mezarı nerede? Bize
göster” dediler.
1175. Anneleri, onlara rehberlik etti, babalarının mezarını gösterdi. Üç gün Allah rızası için oruç tuttular.
Sonra “ Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş...
İki adam, onu sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine dokunmuş.
Onların ne silâhları var, ne askerleri. Bir tek asâları var ama o asâ da kıyametler koparıyormuş.
Sen zâhiren toprakta yatıp uyuyorsun ama hakikatte doğrular ülkesine gitmişsin.
1180. Eğer onların yaptıkları sihirse bize haber ver.Canım babacığımız, onlar Allah eriyse, yaptıkları iş
Allah’dansa yine bildir.
De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da halis altın olalım).
Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver Allah tapısından sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi
çekti” diye yalvardılar.
Ölmüş büyücünün oğullarına cevap vermesi
Babaları, onlara rüyalarında dedi ki: “Oğullarım, bunu açıkça söylemeye imkan yok.
Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil gözümün önünde.
1185. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikâr olsun.
Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri anlayın.
O hakikat sahibi uyurken korkmayın asâyı almaya kalkışın.
Eğer çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare bulmayı bilirsiniz siz.
Yok eğer çalamazsanız aman ha aman… kendinize gelin, o, Allah eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici
Allah’nın elçisidir.
1190. Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavun’la dolsa savaş zamanı Allah, yine onu üstün eder; Firavun, baş
aşağı gelir.
Babalarının canı yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna göre iş yapın, Allah doğrusunu daha iyi
bilir.
Yavrularım, sihirbaz uyuyunca sihirinin, hilesinin hükmü kalmaz.
Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban uykuya daldı mı dikkati elden gider.
Fakat bir hayvana Allah çobanlık ederse kurt, oraya nereden yol bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?
1195. Hakk’ın yaptığı sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan şeye sihirbazlık demek hatadır.
Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O peygamber, zâhiren ölse bile Allah yine onu yüceltir,
kadrini yükseltir.
Kadri yüce Kur’an, Musa’nın asâsına, Mustafa sallallâhi aleyhi
vesellem’in vefatı, Musa’nın uykusuna, Kur’an’ı, değiştirmek
isteyenler de Musa’yı uyur bulup asâyı çalmak isteyen o iki
küçük sihirbaza benzer
Allah’nın lûtufları, Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki: “ Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez.
Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kur’an’dan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye
ben mâni olurum.
Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder, onları hor hakir bir hale korum.
1200. Hiç kimse Kur’an’ı değiştirmeye kudret bulamaz; ona ne bir şey ilâve edebilirler, ne ondan bir şey
eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama!
Senin parlaklığını gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım.
Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.Ben, seni öyle seviyorum ki senin kahrın, benim demektir.
Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar.
Melûn kâfirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya...
1205. Bütün âlemi minarelerle dolduracağım, âsilerin gözlerini kör edeceğim ben.
Kulların şehirler alacak, mevkiler bulacak…
Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak.
Ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun… sen de Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de
onun gibi bir peygambersin.
Kur’an’ın, Musa’nın asâsına benze,r küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar.
1210. Sen, toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asâ gibi her şeye agâhtır.
Kast edenlerin elleri o asâya ulaşamaz.Uyu ey padişah, uyu… uykun mübarek olsun!
Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için okunu kur, yayını ger.
Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”
Hakikaten de öyle oldu, hattâ bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. O uyudu, fakat bahtı, ikbali
uyumadı.
1215. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz uyudu mu işinin parlaklığı gider, sihrinin tesiri kalmaz.”
Bu sözleri duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için Mısır’a hareket ettiler.
Mısır’a varınca Musa’yı, Musa’nın evini aramaya başladılar.
Onların Mısır’a geldikleri gün de Musa, tesadüfen bir hurma ağacının altında uyumaktaydı.
Sordukları adamlar onlara “ Varın hurmalıkta arayın” dediler.
1220. Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın
uyanığı!
Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş da gözlerinin önünde, ferş de!
Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var… zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki?
Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır.
Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül iste, mücadeleye giriş.
1225. Gönlün uyandı mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet!
Peygamber, “ Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi.
Bekçi farzet ki uyumuş fakat padişah uyanık ya. Gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda!
Ey mânevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce Mesnevî’ye sığmaz.
Sihirbazlar, Musa’yı sırt üstü yatmış görünce asâyı çalmaya kalkıştılar.
1230. Hemencecik asâyı çalmak için Musa’nın ardından gidecekler, sopayı kapıvereceklerdi.
Onlar, azıcık yürüyüp bu işe niyetlenir niyetlenmez asâ titremeye başladı.
Öyle bir titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde katılıp kaldılar.
Sonra asâ ejderha oldu, onlara saldırdı. İkisi de sapsarı kesilip kaçmaya başladılar.
Korkudan her inişte sendeleyip yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar, kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı.
1235. Katiyetle anladılar ki bu iş Allah işi, sihirbazların harcı değil bu!
Korkularından âdeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı; ölüm haline gelmişlerdi.
Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musa’ya bir adam gönderdiler.
“ Evvelce sana hased ediyor, seni kıskanıyorduk, o yüzden sınadık, yoksa seni sınamak kimin haddine
düşmüş?
Sen bir Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz, bizi affet ey Allah dergâhı haslarının hası! Diye ricada
bulundular.
1240. Musa onları affetti, derhal iyileştiler, sıhhat buldular, Musa’nın önünde yere secde ettiler.
Musa dedi ki: “ Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram oldu, canınıza da.
Ey dostlar, ben sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi davranın.
Kalben âşina, fakat zâhiren yabancı bir halde padişahın huzuruna benimle savaşmaya gelin!”
Bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler,
çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.
Sihirbazların şehirlerden toplanıp Firavun’un huzuruna gelmeleri,
ihsanlara nail olmaları, ellerini göğüslerine koyup düşmanını
kahredeceklerine dair söz vermeleri
1245. Sihirbazlar Firavun’un huzuruna geldiler. Firavun onlara bir çok ihsanlarda bulundu, elbiseler verdi.
Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına dair vaitlerde bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve
değerli şeyler, yiyecek ve içecek verdi.
Ondan sonra: “ Ey devletimle ileri giden kişiler, imtihanda galip gelirseniz,
Size o derecede ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak” dedi.
Sihirbazlar da cevaben dediler ki: “ Padişahın sayesinde galebe edeceğiz, düşmanın bitik bir hale gelecek.
1250. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz. Âlemde kimse bizimle başa çıkamaz.”
Musa’nın anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikâyeler evvelce olup biten şeylere aittir zannını veriyor.
Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek için. Yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam, senin bugün elinde.
Musa da sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendinde ara sen.
Musa, kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil… değişen yalnız kandildir.
1255. Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o âlemden.
Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış, kandile göredir.
Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü, sonu bulunan cisim âleminin sayısından da kurtulursun.
Ey varlık hulâsası, müminle Mecusi ve Yahudi’nin birbirlerine aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.
Filin, nasıl bir hayvan olduğu ve şekli hususunda ihtilâf
Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler.
1260. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı.
Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde
file ellerini sürmeye başladılar.
Birisi eline hortumunu geçirdi, “ Fil bir oluğa benzer “ dedi.
Başka birinin eline kulağı geçti, “ Fil bir yelpazeye benziyor “ dedi.
Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki: “ Fil bir direğe benzer.”
1265. Bir başkası da sırtını ellemişti, “ Fil bir taht gibidir é dedi.
Harkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu.
Onlsrın sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif.
Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.
Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden elleyemez ki !
1270. Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen.
Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey,
köpüğü görüyorsun da denizi göremiyorsun!..
Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz.
Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam, denizi gördün ama asıl denizin denizine bak!
Denizin de bir denizi var, onu sürüp duruyor. Ruhun da bir ruhu var, onu istediği tarafa çeker çevirir ?
1275. Güneş, bütün varlık ekinini suladığı vakit Musa neredeydi, İsa nerde ?
Allah bu yaya kiriş taktığı zaman Âdem neredeydi, Havva nerede ?
Bu söz de noksandır, bu sözün de bir neticesi yoktur. Noksan olmayan söz o tarafa, hakikat âlemine ait
olan sözdür.
Fakat sana söylense hemencecik o misale yapışır, o sureti hakikat sanırsın a yiğidim!
1280. Ot gibi ayağın yere bağlı… hakikate erişemez de bir yelle başını sallar durursun.
Ayağın yok ki bir yerden bir yere gidebilesin, yahut çalışıp çabalayıp ayağını bu balçıktan kurtarasın.
Nasıl kurtarabilir, nasıl bu balçıktan ayağının çekebilirsin? Hayatın bu balçıktan. Hayatını terk etmekse senin
için pek müşkül bir şey!
Fakat ey yoksul adam, Hak’tan hayat bulursan topraktan müstağni olur, bu balçığı o vakit terk edersin.
Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeğe başlar, artık onu bırakır gider.
1285. Sen, topraktan biten taneler gibi yerin sütüne bağlanmış, ona bağlanmış, ona alışmışsın. Kalblerin
gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak!
Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet
sözlerini duy, onları ye!
Böyle böyle o hicapsız nuru da kabul etmeye istidat kazanır, gizli nuru da hicapsız olarak görürsün.
Bu suretle yıldız gibi felekte seyreder, hattâ felekten hariç keyfiyetsiz seferlere düşersin!
Yokluktan varlığa geldin ya… kendine gel, geldin ama nasıl geldin Sarhoşça… hiç kendinden haberin yok!
1290. Geldiğin yollar aklında bile kalmadı. Fakat biz yine sana bir remiz söyleyecek, bir şey hatırlatacağız.
Bu aklı terk et de hakikî akla ulaş. Bu kulağı tıkda da hakikî kulak kesil!
Hayır hayır… söyleyeceğim, çünkü henüz hamsın sen. Daha ilkbahardasın, Temmuzu görmedin bile!
Ey ulular, bu cihan bir ağaca benzer; biz de bu âlemdeki yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz.
Ham meyveler, daha iyice yapışmıştır, ordan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke, saraya lâyık
değildir ki.
1295. Fakat odluda tatlılaştı, dudağı ısırır bir hale geldi mi artık dallara iyi yapışmaz, hemen düşüverir.
O baht ve ikbal yüzünden adamın ağzı tatlılaştı mı insana bütün cihan mülkü soğuk gelir.
Bir şeye sımsıkı yapışmak, bir şeyde taassup göstermek hamlıktır. Sen ana karnında çocuk halindeyken işin
gücün ancak kan içmeden ibarettir.
Söylenecek bir şey daha kaldı ama ben söylemeyeceğim, sana onu Ruhulkudüs bensiz söylesin.
Hayır hayır… Ruhulkudüs değil, sen kendin, kendi kulağına söylersin… orada hakikatte ne ben varım, ne
benden başkası, sen de bensin zaten canım efendim!
1300. Bu rüyaya benzer. Uykuya daldın mı kendinden geçer, fakat yine kendinden kendine gelmiş olursun.
Kendini duyar, dinler de senden başka gizli bir adam rüyada sana söz söylüyor sanırsın.
A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam değilsin ki. Sen bir âlemsin, sen bir derin denizsin.
O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce
âlem, o denize dalar gark olup gider.
Zaten burası ne uyanıklık yeri, ne uyku yeri. Buradan bahsetme, Allah, doğrusunu daha iyi bilir.
1305. Bahsetme de asıl bu âlemden bahse muktedir olanlardan dile gelmez, söze sığmaz bahisler işit!
Bahsetme de o güneşten kitaba yazılmaz, hitaba girmez sözler duy!
Bahsetme de sana bu âlemden ruhun bahsetsin… Nuh’un gemisinde yüzgeçlik bahsini bırak!
Bu bahse girirsen Kenan’a benzersin. Bana düşman olan Nuh’un gemisini istemem diye o da yüzmeye
girişmişti.
Nuh, ona “ Hey, gel, babanın gemisine gir de behey aşağılık oğul, tufana gark olma “ demişti.
1310. O, “ Hayır, ben yüzme öğrendim. Senin mumundan başka bir mum yaktım “ diye cevap verdi.
Nuh, “ Kendine gel, buna belâ tufanının dalgası derler. Bugün yüzme bilenin eli, ayağı bir işe yaramaz “
dedi.
Fakat Kenan dedi ki: “ Yok yok… ben o yüce dağa çıkarım; o dağ beni her türlü belâdan kurtarır.”
Nuh, “ Aklını başına topla, şimdi dağ, bir saman çöpü mesabesindedir.
Allah, kendi dostundan başkasına aman vermez” dediyse de Kenan,
1315. Ben ne vakit senin öğüdünü dinledim ki benim de sana uyanlardan olmama tamah ettin,
Senin sözün bana hiç hoş gelmedi ki… ben, iki âlemde de senden uzağım “ dedi.
Nuh, “ Yapma yavrum, bugün, naz günü değildir… Allah’nın ne eşi var, ne benzeri!
Şimdiye kadar inat etmedin ama bu zaman, nazik bir zaman. Bu kapıda kimin nazı geçer ki?
O, ezelde “ Doğmadı da, doğurmaz da” hakikatine mahzardır. Allah’nın ne babası var, ne oğlu, ne amcası!
1320. Oğulların nazını nerden çekecek, babların niyazını nerden duyacak?
“ Ey ihtiyar, ben doğmadım, bana az nazlan… ey genç, ben baba değilim, öyle pek salınma!
Ben koca değilim, şehvetim de yok… hanım nazı bırak.
Bu hususta kulluktan, ihtiyaçtan, zaruretten başka hiçbir şeyin itibarı yok “ demekte,
Dedi ama Kenan: “ Baba, yıllardır bu sözleri söylemektesin, yine de söylüyorum… cahil misin ne?
1325. Bu sözleri herkese ne kadar söyledin de nice soğuk cevaplar aldın, kötü sözler duydun.
Bu soğuk sözlerin kulağıma bile girmedi, şimdi mi girecek? Artık ben bilgi sahibiyim, büyüdüm” diye cevap
verdi.
Nuh, “ A yavrum, bir kerecik olsun babanın öğüdünü tutsan ne olur? “ dedi.
O, böyle güzel güzel nasihatler ediyor, Kenan’da bu çeşit ağır sözlerle karşılık veriyordu.
Ne babası, Kenan’a öğüt vermeden usandı, ne o kötü oğlun kulağına babasının bir sözü girdi!
1330. Onlar, böyle konuşup dururlarken bir çevik dalgadır geldi. Kenan’ın başından aştı, onu boğup
götürüverdi.
Nuh, “ Ey sabırlı padişahım, eşeğin öldü, yükümü sel götürdü.
Bana nice defalar, sana mensup olanlar tufandan kurtulacaklar diye vaitlerde bulundun.
Ben de âfım, senin vaitlerine kandım, ümitlendim… iyi ama neden sel kilimini aldı, götürdü*” dedi.
Allah dedi ki: “ O senin ehlinden, yakınlarından değil… kendin de görmedin mi? Sen aksın o mavi!
1335. Dişine kurt girdi mi çıkartmaktan başka hiçbir çaresi yoktur.
Çıkarmalı ki vücudun, onun yüzünden elemlere düşmesin… o, senin oğlundu ama sen onu terk et, benim
bir şeyim değil de.”
Nuh, dedi ki: “ Yarabbi, senden başka kimsem yok. Sana teslim olan ağyar sayılmaz.
Sana karşı ne haldeyim, ihlâsım nasıl? Zaten biliyorsun.
Çayırlıklar, çimenlikler, nasıl yağmura muhtaçsa, nasıl yağmurdan yeşerir, yetişirse ben de sana öyle
muhtacım, onlar gibi senden yetişmekteyim; hattâ ihtiyacım onlardan yirmi kat fazla,
Yoksul, seninle diridir, seninle neşelenir; vasıtasız, hailsiz senden gıdalanır, bende böyleyim işte.
1340. Ey kemâl sahibi Allah ne seninleyim, ne senden ayrı. Seninle keyfiyetsiz, sebebsiz, illetsiz bir haldeyim.
Biz balıklarız, hayat denizi sensin. Ey iyi sıfatlı Allah, senin lûtfunla diriyiz.
Sen düşünceye de sığmazsın, sebeble de izah edilemezsin.
Bu tufandan önce de her macerada söz söylediğim sendin, tufandan sonra da söz söyleyeceğim sensin.
Ben, seninle konuşuyorum, ey yepyeni sözler bağışlayan ve eski sözlere sahip olan Rabbim, onlarla değil.
1345. Âşık, gece gündüz gâh çadır yerlerinde kalan çerçöpe, gâh harabelere hitabeder;
Zâhiren çadır yerlerinde kalan süprüntülere, çerçöpe yüz tutar, onlara hitabeder ama kimi öğüyor, kimi*
Şükrolsun tufan gönderdin de o süprüntüleri, o yapı bakiyelerini ortadan kaldırdın.
Çünkü onlar kötü ve aşağılık binalardı, kötü ve aşağılık yığınlardı. Bize ne sesleniyorlar, ne sesimize karşılık
veriyorlardı!
Ben öyle yapılar isterim ki onlara hitabedince dağ gibi sesime ses versinler,
1350. De adını iki kere duyayım. Ben canıma can olan, ruhuma istirahat veren adına âşığım.
Her peygamber, senin adını iki kere duysun diye dağı sever.
O alçak ve taşlık dağ, farenin, yurdu olmaya lâyıktır, bizim yurdumuz değil!
Ben söyleyeyim de o bana yâr olmasın, sözlerim cevapsız kalsın, sesime ses bile vermesin ha!
Öyle dağı yerle yeksan etmek…insana hemdem olmadığından onu ayaklar altına atıp ezmek daha iyi!
1355. Allah: “ Ey Nuh, eğer istiyorsan bütün boğulanları yeniden ve tekrar dirilteyim, yeryüzüne getireyim.
Senin hatırını bir Kenan için kırmam ben. Fakat seni ahvalden haberdar ediyorum” dedi.
Nuh, “ Hayır hayır… eğer beni de gark etmek istesen yine hükmüne razıyım.
Her an beni gark et. Hoşlanırım bundan, hükmün cana benzer, canla başla razıyım.
Hiç kimseciğe bakmam, bakmam bile o bakış bahanedir, gördüğüm sensin.
1360. Şükür, zamanında da senin yaptığın işe, sana âşığım, sabır zamanında da. Kâfir gibi hiç senin
yarattığına âşık olur muyum?
Allah hükmüne âşık olan nurlanır, yarattığına âşık olansa kâfir olur “ diye cevap verdi
Küfre razı olma küfürdür, hadisiyle kaza ve kaderine razı olmayan
benden başka bir Allah arasın hadisinin mânalarını birleştirmek
Dün mübahaseyi seven birisi, bana bir sual sordu.
Dedi ki: “ Küfre razı olmak küfürdür.” Bunu Peygamber söyledi, onun söylediği söz de doğrudur, yerindedir.
Sonra da yine “ Müslüman olan kişinin her türlü kazaya razı olması lazımdır” buyurdu.
1365. Kafirlik ve münafıklık da Allah’nın kaza ve kaderiyle
değil mi? Fakat buna razı olursak( ilk hadise göre) kötülük etmiş olmaz mıyız?
Razı olmazsak o da suç… peki, ikisinin arasında hangi çareye başvuralım.”
Ona dedim ki: “ Bu küfür, Allah’nın takdiriyledir ama Allah’nın hükmüyle, Allah’nın emir ve rızasıyla değildir.
Bu küfür yalnız kaza ve kaderin eserlerindendir.
Hocam, Allah’nın kaza ve kaderini, Allah’nın bilgisi olarak bil de şüphe ve tereddüdün kalmasın.
Küfrede razıyız, çünkü Allah’nın bilgisine muvafıktır, fakat bizim fenalığımızdan, bizim kötülüğümüzden
meydana geldiğinden de razı değiliz.
1370. Küfür Allah bilgisi olmak bakımından küfür değildir, Hakk’a kâfir deme, burada dur!
Küfür, cahillikten meydana gelir, fakat küfrün takdiri, Allah’nın bilgisidir, ( Allah, kâfirin kâfirliğini ezelde
bilir, bildiği gibi de zuhur eder). Rüya ve mülâyimlik mânasına gelen hilm ile, sümük mânasına gelen hilm
nasıl bir olur?
Çirkin resim, ressamın çirkinliğini icap ettirmez ya. Çirkini de yaptığına, yapabildiğine bir delil olur ancak.
Hattâ hem çirkin resmi, hem de güzel resmi yapabildiğinden ressamın, kuvvetli bir ressam olduğuna
delildir.
Bu bahsi açar, düzüp koşarsam sual ve cevaplar uzar gider.
1375. Ben de aşk nüktesinin zevkini kaybederim. Allah’ya hizmet, başka bir şekle döner, maksat hidayetten
dalâlet olur.
Hayretin, mübahase ve düşünceye mâni olduğuna dair misal
Saçı sakalı kır bir adam, iyi bir berberin önüne gider de,
“Yiğidim, saçımdaki sakalımdaki akları ayır, yol. Bir yeni gelin aldım der.
Berber, adamın sakalını dipten tıraş ederek kılları önüne kor da der ki: “ Benim bir işim çıktı sen ayırıver!”
İşte bunun gibi bu sual, şu da cevabı, artık sen ayırıver… din kaygısı, bunlarla uğraşmaya vakit bırakmaz.
1380. Birisi Zeyd’e bir sille vurur. Zeyd de hileye sapıp onu dövmek üzere üstüne saldırınca,
Adam: “ Dur, senden bir şey soracağım, cevabını ver, sonra beni döv.
Senin kafana vurunca şırak diye bir sestir çıktı. Şimdi burada dostça senden bir sualim var:
Bu şırak sesi benim elimden mi çıktı, yoksa senin kafandan mı ey uluların öğündüğü ulu zat?” dedi.
Adamcağız dedi ki: “ Acıdan kurtulmadım ki bu düşünceye dalayım.
1385. Senin derdin yok, sen düşüne dur.” Dert sahibi böyle düşüncelere saplanamaz, kendine gel!
Hikâye
Sahabenin ruhlarında Kuran’a karşı fevkalâde bir iştiyak vardı ama aralarında hafız pek azdı.
Çünkü bir meyve oldu mu kabuğu adamakıllı incelir, çatlar, dökülür.
Ceviz, fıstık ve badem bile olunca kabukları incelir.
İlmin hakikati de kemâle gelince kışrı azalır.
Zira sevgilisi, âşıkı yakar, yandırır.
1390. İstenen, sevilen kişinin vasfı, isteyen, seven kişinin vasıflarının zıddıdır. Vahiy ve nur şimşeği,
peygamberi yakar.
Kadîm olan Allah’nın sıfatları tecelli edince hâdisin sıfatlarını yakar, mahveder.
Sahabe arasında birisi Kur’an’ın dörtte birini ezberledi de duyuldu mu, sahabe, bu bizim ulumuzdur derdi.
Böyle bir büyük mâna ile sureti bir arada cem etmek, hayretlere düşmüş, mest olmuş padişahtan başka
kimseye mümkün değildir.
Böyle bir sarhoşluk âleminde edep kaidelerine riayet etmenin zaten imkânı yoktur, bu imkân bulunsa bile
şaşılacak şeydir doğrusu!
1395. İstiğna âleminde niyaza riayet etmek, yuvarlak bir şeyle uzun bir şeyi, zıddoldukları halde bir arada
cem etmeye benzer.
Sopa, esasen körlerin sevgilisidir. Kör, Kur’an sandığına benzer ancak.
Körlerin sözleri, Mushaf harfleriyle, eski hikâyelerle, korkutuşlarla dolu sandıklardır.
Fakat Kur’an’la dolu sandık, boş sandıktan iyidir elbet.
Yüksüz sandık fareler ve yılanlar dolu sandıktan daha iyidir.
1400. Hâsılı insan, vuslata erdi mi vasıta olan kadın, adamın gözüne soğuk görünmeye başlar.
Güzelim istediğin şeye ulaştın mı artık bilgi sahibi olmayı istemek kötüdür.
Göklerin damlarına çıktıktan sonra da merdiven aramak mânasızdır.
Hayra ulaşan kişi, dostluk ve başkasına bir şey öğretmek maksatlarından başka bir maksatla yine hayır
yolunu arar, o yoldan bahsederse bu iş, soğuk bir şeydir.
Aydın ayna sâf ve cilâlı bir halde iken onu cilâlamaya kalkışmak bilgisizliktir.
1405. Padişah tarafından kabul edilip huzurunda oturduk dan sonra mektup ve elçi araştırmak çirkin bir
şeydir.
Bir âşığın, mâşukunun huzurunda aşk mektubu okuması, sevgilinin
bu hareketi beğenmemesi, delâlet edilen şey meydana geldikten
sonra delil aramak çirkin bir şeydir, bilinen şeye ulaşıldıktan sonra
bilgi ile uğraşmak kötü bir şeydir
Sevgili âşıklarından birisini huzuruna çağırdı. Âşık aşk mektubunu çıkarıp sevgilisinin huzurunda okumaya
başladı.
Mektupta beyitler, övüşler, ihtiyaç ve âciz yoksulluk… birçok lâflar vardı.
Mâşuk dedi ki: “ Eğer bu okuma, benim içinse vuslat zamanı ömür zayi etmektir bu!
Ben yanımdayım, sen mektup okuyorsun. Bu âşıklık alâmeti değil ki!”
1410. Âşık dedi ki: “ Doğru, sen buradasın ama ben, istediğim zevki, istediğim gibi bulamıyorum ki,
Geçen yıl senden aldığım zevki, şimdi vuslatına erişmiş olduğum halde alamıyorum.
Ben bu kaynaktan arı, duru su içtim, o suyla gözümü de yeniledim, gönlümü de.
Şimdi kaynağı görüyorum ama su yok. Yoksa su yolumu birisi mi kesti” dedi.
Mâşuk dedi ki: “ Şu halde ben, senin sevgilin değilim. Ben Bulgar Türküyüm, sen Katu Türkü istiyorsun.
1415. Sen bana değil, bir hale âşıksın. Fakat yiğidim, hal elde kalmaz ki.
Senin tamamıyla istediğin ben değilim. Âlemde istediğin şeyin bir kısımcağızı da ben de var.
Sevgilin değilim, sevgilinin eviyim. Halbuki aşk, peşindir, eldedir; sandıkta değil!
Sevgili, tek olan sevgiliye derler. Gelişin de ondandır, sonuncu gidişin de ona!
Onu buldun mu başkasını beklemezsin gayri. Ortada görünüp duran da odur, gizli olan da o!
1420. O hallere sahip bir hâkimdir, mahkûm değil. Aylar, yıllar, o ay yüzlünün kuludur, kölesidir.
Dilerse söyler, hâle ferman eder… dilerse hükmeder, cisimleri can haline getirir.
Bekleyip duran, oturup hal arayan, hal bekleyen kişi, işin sonuna varmış değildir.
Sona varan kişinin eli, hal kimyasıdır, elini oynattı mı bakır, sarhoş bir hale gelir, altın olur.
Dilerse söyler, hale ferman eder… dilerse, hükdiken ve neşter, nerkis ve ağustos gülü kesilir.
1425. Hâle mahkûm olansa hal gelince derecesi artan, halsiz kalınca rütbesi eksilen bir adamdır.
Hulâsa sofi “ İbn-al vakit” tir, fakat vakitten de kurtulmuştur, halden de.
Haller, onun azmine onun reyine mahkûmdur. Haller, onun Mesih’in nefesine benzeyen nefesleriyle diridir.
Sense hale âşıkısın, bana değil. Sen, bir hale sahip olmak ümidiyle benim etrafımda dönüp dolaşıyorsun.
Bir an eksilen, bir an artıp kemâl bulan hal, Halil’in mâbudu olamaz, batar gider.
1430. Batıp giden, gâh böyle, gâh şöyle olan güzel değildir, ben batıp gidenleri sevmem.
Bazan hoş, bazan nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş kesilen,
Ayın burcudur ama ay değil…put gibi güzeldir, ama güzelliğinden haberi bile yok!
Sâf sofi,” İbn-al vakit” tir ama vaktin babasıymış gibi vakti adamakıllı avucunun içine almıştır.
Bu çeşit sofi, tamamıyla ululuk sahibi Allah’nın nuruna gark olmuştur. Kimsenin oğlu değildir o… vakitlerden
de kurtulmuştur, hallerden de!
1435. Doğurmayan nura batmıştır. Doğmayan, doğurmayan zatsa ancak Allah’dır.
Diriysen yürü, böyle bir aşk ara… yoksa birbirine aykırı vakitlere kulsun.
Çirkin, güzel nakışlara bakma da kendi aşkına, kendi dileğine bak!
Hor musun, zayıf mı? Buna bakma da ey kadri yüce kişi, himmetine, gayretine bak!
Ne halde olursan ol, boş durma, ey dudakları kurumuş susuz, daima su araştır!
1440. O susuz, o kupkuru dudağın yok mu? O dudak, sudan haber verme de… nihayet kaynağa ulaşacağını
bildirmede.
Dudak kuruluğu, suyu haber verir… Bu eziyet, bu susuzluk, muhakkak suya ulaşacağına delâlet der;
Bu aramak yok mu, kutlu bir iştir. Hak yolundaki bu istek, maniler giderir. Bu istek, dileklerinin anahtarıdır.
Bu istek, senin ordundur, bayraklarının yardımcısıdır.
Bu istek, horoz gibi “ Sabah geliyor” diye nara atarak müjdeler verir.
1445. Âletin yoksa bile iste ara… Allah yolunda âlete ihtiyaç yoktur.
Oğul, kimi arayıcı görürsen ona dost ol, önünde baş indir.
De isteklilerin civarında sen de istekli ol… galiplerin sayesinde sen de galebe et!
Karınca Süleymanlık dilerse onun bu dileğini hor görme, himmetine bak!
Elinde mala, sanat ve hünere dair ne varsa önce onu istemez, düşünmez miydin, ona bu sayede nail
olmadın mı?
Davut aleyhisselâm zamanında bir adamın gece gündüz “ Yarabbi, bana
eziyetsiz ve helâl rızık ver “ diye dua etmesi
1450. Birisi, Davut Peygamber zamanında her akıllı ve ahmak adamın yanında,
Daima şöyle dua edip dururdu. “ Yarabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz bir rızık bir servet ver.
Beni tembel, hor, hakir, ağır ve miskin yaratan sensin.
Zayıf ve sırtı yaralı eşeklere, atlarla katırlara yüklenen yük yüklenemez ki.
Yarabbi, madem ki beni tembel yarattın, rızkımı da tembelliğime bakarak ben çalışmadan ver.
1455. Yarabbi, ben tembelim varlık gölgesine yıkılmış, yatmışım. Bu ihsan ve cömertlik gölgesinde uyuyorum.
Tembellerle gölgelikte uyuyanlara da elbette başka çeşitte bir rızık vermişsindir.
Ayağı olan rızık arar, ayağı olmayansa yanıp yakılır, durur.
O hüzün sahibinin rızkını da ayağına götür, bulutu yeryüzüne doğru sür!
Yeryüzünün ayağı olmadığından cömertliğin, bulutu ona doğru iki kat sürüp durmakta.
1460. Çocuğun ayağı olmadığı için anası gelir, çocuğun başına nimet ve ihsanlarını yağdırır.
Yarabbi, senden zahmetsiz, eziyetsiz ve ummadığım bir rızık istiyorum. Zaten istemek den başka bir şeye
çalıştığım nerede ki?”
Bir çok zaman gündüzleri geceye, geceleri ta kuşluk çağına kadar bu duayı eder dururdu.
Halk, onun sözlerine, ham tamahına, bu çalışıp çabalamasına gülerdi.
Derlerdi ki “ Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı yutturdu da aklını aldı.
1465. Rızık, kazançla,zahmet ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde
eder.
Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin... evlere kapılarından girin denmiştir.
Şimdiki zamanda Allah elçisi, padişah ve sultan, hünerlere sahip olan Davut Peygamber’dir.
Yine de bu kadar yüceliğe, bu kadar naz ü naime sahip olduğu, dostun inayetleri onu seçmiş olduğu halde
çalışıyor.
Mucizelerin haddi, hesabı yok, ona ihsan dalgaları, birbiri üstüne gelip duruyor.
1470. Adem Peygamber’den bu zamana kadar öyle güzel sesli kimse gelmedi.
Her vaazında iki yüz kişi ölmekte… güzel sesi insanları candan etmekte.
Aslanlar, ceylânlar va’zına gelmekte… ne onun bundan haberi var, ne bunun ondan!
Sesine dağlar da ses veriyor, kuşlarda. Onun davetine ikisi de mahrem.
Onun, bunun gibi ve daha buna benzer yüzlerce mucizeleri var. Yüzünün nuru, cihetlere sığmıyor, bütün
cihetleri de kaplamış.
1475. Bunca yücelikle beraber Allah, onun bile rızkını çalışmadan vermiyor. Rızıklan ması çalışmasına bağlı.
Bunca yüceliğine rağmen zırh yapmadıkça, zahmet çekmedikçe rızkı gelmiyor.
Halbuki sen böyle bayağı ve perişan bir halde kalmış, evinin bucağına kapanmış, felekzede olmuş gitmişsin.
Halbuki bu adam bunca tersliği ile, bunca adiliği ile beraber hemencecik, ticaretsiz eteğini kârla doldurmayı
istemekte.
Bu çeşit ahmak bir herif ortaya çıkmışta gök yüzüne merdivensiz çıkayım diyor.”
1480. Birisi alaya alıp “ Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi” demekte,
Öbürü gülüp “Sana gelenden bize de hediye ver” diye alay etmekteydi.
O ise halkın bu kınamasına, bu alayına hiç aldırış etmez duayı niyazı azaltmazdı bile.
Böyle, böyle şehirde tanındı, boş ambardan peynir aramakta diye şöhret buldu.
O yoksul ham tamahlılıkla darb-ı mesel oldu ama yinede bu istekten bu niyazdan ayrılmıyordu.
Bir öküzün, o ısrarla dua eden adamın evine koşup gelmesi, Peygamber
aleyhisselâm “ Şüphe yok, Allah duada ısrar edenleri sever “ demiştir. Çünkü o istek ve isteyen kişinin
isteğindeki ısrar yok mu… istediği şeyden
de daha iyidir, istediğine ulaşmasından da
1485. Nihayet bir gün kuşluk çağında yine ağlayıp inleyerek bu çeşit dua edip dururken,
Birdenbire evine doğru bir öküz koştu. Boynuzu ile kapıya vurup kilidi kırdı.
Küstahçasına eve girdi. Adam hemen sıçrayıp öküzü boynuzlarından bağladı.
Durmadan, aman vermeden hemencecik boğazını kesti.
Derisini, yüzdürmek için gövdesini alıp koşa koşa kasaba götürdü.
Mesnevî’yi nazmedenin özrü ve Allah’dan yardım istemesi
1490. Ey doğacak çocuğun oynaması gibi bu mânaları içimde oynatıp duran Allah, mademki bunun
tamamlanmasını diliyorsun,
Kolaylaştır, yol göster, muvaffakiyet ver. Yahut da bu isteği, bu iştiyakı gider, bizi muahaze etme.
Madem ki müflise altın ihtiyacını ilham ediyorsun, ey gani padişah, gizlice ona altın ihsan et.
Sen olmadıkça, senin inayetin lûtfetmedikçe gece gündüz nazım ve kafiyenin ne değeri olabilir,bu çeşit
meydana gelen şiire kim bakar ki?
Ey bilgi sahibi padişah, nazım da, cinas da kafiye de korkudan senin emrine kuldur.
1495. Sen, her şeyi, seni tespih eder bir hale koymuşsun, akıl ve temyiz sahibi olanlar da seni tespih eder,
akıl ve temyiz sahibi olmayanlar da.
Her birinin başka çeşit bir tespihi var. Bunun halinden onun haberi bile yok!
İnsan, cansız şeylerin tespih etmesini inkâr eder ama cansız şeyler, ona kullukta üstattır.
Hattâ yetmiş iki milletin her biri öbürlerinin halinden bihaberdir… hepsi de şüphe içinde kalmıştır.
Konuşan, söz söyleyen iki kişi bile birbirinin halinden haberdar olmazsa duvarla kapı, nasıl birbirini anlar,
duyar?
1500. Ben, söz söyleyen adamın bile tespihinden gafil olursam gönlüm, sessiz sedasız bir şeyin tespihini nasıl
duyar?
Sünni, Cebri’nin tespihinden bihaberdir.Cebri’ye de Sünni’nin tespihini eser etmez.
Sünni’nin hususi bir tespihi vardır. Fakat Cebri’nin de bunun zıddı olan bir tespihi vardır ki, ona sığınır.
Bu, “ O, sapıktır, yol azıtmıştır” der durur. Halbuki onun halinden de haberi yoktur, “ Kün” emrinden de!
O da, “ Bunun hakikatten ne haberi var ki” demektedir. Allah takdir etmiş de onları savaşa düşürmüştür.
1505. Bu suretle de her birinin aslını meydana çıkarır,bir cinse mensup olmayandan izhar eder.
Herkes kahrı lûtuftan ayırt eder, anlar… İster bilgi sahibi olsun, ister cahil, ister aşağılık!
Fakat kahır içinde gizli olan lûtfu, yahut lûtuf içinde gizlenmiş bulunan kahrı,
Az kişi anlar. Meğer ki gönlünde bir can mehengi olan Allah’ya mensup bir er olsun.
Bundan başkaları kahırda gizli olan lûtufla,lûtufta gizli bulunan kahrı anlayamaz, şüpheye düşerler. Onlar,
âdeta yuvalarına bir kanatla uçup ulaşmak isteyen kuşlara benzerler!
1510. Bilginin iki kanadı vardır, şüpheninse tek. Zan noksandır, uçmaz.
Tek kanatlı kuş, çabucak baş aşağı düşer. Sonra uçmaya savaşır ama ya iki adımlık bir yer aşabilir, ya
birazcık daha fazla.
Şüphe kuşu düşe kalka ümit yuvasına tek kanatla uçmaya savaşır.
Fakat şüpheden kurtuldu da bilgi sahibi oldu mu o tek kanatlı kuş,iki kanatlı kesilir. Kanatlarını açar.
Ondan sonra yüzüstü, eğri büğrü değil, doğru yolda güzelce uçar gider.
1515. Cebrail gibi iki kanatlı şüphesiz, hilesiz, kıyl ü kalsiz uçar.
Bütün âlem, ona “ Sen Allah yolundasın, dinin doğru” dese,
O onların lâfına güvenmez, o sözlerden gururlanmaz, onun tek canı, onlara çift olmaz.
Yahut herkes “ Sen yol azıtmışsın, kendini dağ sanıyorsun ama bir saman çöpüsün sen” dese,
Onların kınamasına aldırış etmez, onların kininden, hasedinden dertlenmez.
1520. Hattâ dağla deniz bile söze gelse de “ Sen sapıklıkla eş olmuşsun “ dese,
Bir zerre bile hayale düşmez, azıcık olsun kınayanların kınamasından elem duymaz.
Halkın ululaması ve alıcıların rağbeti yüzünden bir adamın hastalanması
ve bir muallimin hikâyesi
Bir mektebin talebesi, hocalarından bıkmışlar, çalışıp çabalamadan usanmışlardı.
Ne yapıp yaparak bir iş becermek, bu suretle de muallimi derde düşürmek için birbirleriyle görüşüp
danıştılar.
“ Hoca hiç hastalanmıyor ki birkaç günceğiz olsun mektebe gelmesin de rahat kalalım;
1525. Bu hapisten, bu darlıktan, bu çalışıp çabalamadan kurtulalım. Mermer kaya gibi yerinde durup duruyor”
dediler.
İçlerinden birisi, en zekileriydi. Bir tedbir düşündü. “ Hocam, nasılsın, neden böyle benzin sararmış?
Hayır ola, rengin kaçmış senin… bu ya hava çarpmasından, ya sıtmadan derim.
Hoca, elbette bu sözden biraz olsun vehme düşer. Sen de bu çeşit sözlerle bana yardım edersin kardeşim.
Mektebin kapısından içeri girer girmez, “ Hayır ola hocam, bu halin ne” dedi.
1530. Vehmi biraz daha artar, akıllı adam bile vehimle delirir gider.
Üçüncü, dördüncü, beşinci olarak gelenler de bizden sonra bu çeşit sözler söyler, acıklanırlar.
Otuz çocuk da hep bu sözü söylerse adamı iyice vehim kaplar, iş olur biter” dedi.
Çocukların hepside “ Aferin zeki çocuk, bahtın daima yâver olsun, Allah sana yardım etsin” dediler.
Birleşip hiç birisinin bu kavilden, bu karardan dönmeyeceklerine ait kuvvetlice ahdettiler.
1535. Sonra o zeki çocuk, içlerinden kimsenin bunu söylememesi için hepsine yemin ettirdi.
O çocuğun bu tedbiri, hepsinin tedbirinden üstün olmuştu, onun aklı, bütün çocukların aklından ileriydi.
Güzellerin bazıları, nasıl bazılarından üstün, bir kısmı da öbürlerinden aşağıysa insanların akılları da fazla,
yahut eksiktir.
Ahmed, “ Erlerin güzelliği, dillerinin altında gizlidir” mealinde bir söz söyledi.
İnsanların akılları, yaratılışta farklıdır, fakat Mutezile’ye göre
müsavidir, artıklık, eksiklik, bilgi tahsilinden ileri gelir
Akıllardaki aykırılık, yaratılıştadır. Bu hususta Sünni’lerin sözünü dilemek, onların hükmünü kabul etmek
gerek.
1540. Bu hüküm itizal ehlinin sözlerine aykırıdır. Onlar, “ Akıllar yaratılışta aynı derecededir,
Tecrübe ve öğreniş, aklı çoğaltır, azaltır, bu suretle bir adam, öbüründen daha bilgili olur” derler.
Bu söz bâtıldır. O zeki çocuk, herhangi ir meslekte tecrübe sahibi değildi ya.
Fakat o küçük çocuk, öyle bir tedbirde bulundu ki yüzlerce tecrübe sahibi ihtiyar, o tedbirinin kokusunu bile
alamadı.
Zaten yaradılışta olan üstünlük, çalışıp çabalama, düşünüp taşınma ile elde edilen üstünlükten elbette iyidir.
1545. Sen söyle, Allah vergisi mi daha iyi, yoksa topal eşeğin rahvan atı taklidi mi?
Çocukların hocayı vehme düşürmeleri
Ertesi gün oldu. Çocuklar, bu düşünceyle mektebe geldiler.
Hepsi de dışarıda bu fikri ortaya atan zeki çocuğu bekliyorlardı.
Çünkü bu tedbirin kaynağı oydu. Baş, daima ayağın reisidir… Ayağı çekip götüren baştır.
A mukallit, gök nurunun bir kaynağı olan kişiden üstün olmayı isteme.
1550. Çocuk geldi, hocaya, selam verip “Hocam, hayır ola, benzin sararmış” dedi.
Hoca “Hasta filan değilim, saçmalama… geç yerine otur” dedi.
Dedi ama hatırına da bir vehim tozudur kondu, az bile olsa gönlüne bir endişedir düştü.
Derken öbür çocuk içeri girdi. O da öyle söyleyince o vehim arttı.
Böyle böyle vehmi arttıkça arttı. Haline şaştı kaldı, hasta olduğuna hükmetti.
Firavun’un da bu çeşit halkın ululamasından hasta düşmesi
1555. Kadın, erkek, çoluk, çocuk… halkın secde etmesi de Firavun’un gönlüne tesir etti, hastalandı.
Herkes ona Allah’sın, padişahsın dedikçe vehimlendi, bu vehimle öyle bir dereceye geldi ki,
Allahlık, dâvasında yiğitleşti, ejderha kesildi, doymak nedir bilmez oldu!
Aklı cüz’inin âfeti vehimdir, zandır. Çünkü onun vatanı karanlıklar diyarındadır.
Yerde yarım arşın enlikte bir yol olsa insan, hiç vehimlenmeden rahatça yürür.
1560. Fakat yüksek bir duvarın üstünde gitsen yolun genişliği iki arşın olsa yine eğri büğrü gidersin.
Hattâ gönlüne düşen vehim yüzünden belki de düşersin. Vehimden gelen korkuya iyice dikkat et de
vehimin kötülüğünü anla.
Hocanın vehimle hastalanması
Hoca vehimden korkudan hastalandı. Yerinden sıçrayıp kalktı, kilimini başına örttü.
“ Zaten sevgisi az, ben bu halde, olduğum halde halimi sormadı bile.
Rengimin solukluğunu, benzimin uçukluğunu haber bile vermedi. Bana kastediyor, benden kurtulmaya yol
arıyor.
1565. Kendi güzelliğinden kendi cilvesinden kendisi sarhoş olmuş. Benimse haberim bile yok… Halbuki
leğenim, damdan düşmüş, rüsvay olmuş gitmişim” diye karısına kızgın bir halde,
Evine gelip kapıyı şiddetle açtı. Çocuklarda hocanın ardından geliyordu.
Karısı, “Hayır ola, erken geldin. Allah esirgesin, başına kötü bir şey gelmesin de” dedi.
Hoca dedi ki. “ Kör müsün sen? Bir benzime, bir halime baksana. Yabancıların bile derdimle dertleniyor,
feryada geliyor.
Sen evimin içinde olduğun halde bana düşmanlığından, bana karşı münafıklıkta bulunduğundan yanıp
yakıldığımı, görmüyorsun bile”
1570. Kadın, “ A hocam, senin bir şeyin yok. Bu endişen mânasız ve saçma bir vehimden ibaret” dediyse de,
“ A kahpe inat mı ediyorsun? Halimde ki kırgınlığı, tir tir titrediğimi görmüyor musun?
Körsen benim ne cürmüm var? Ben kendi derdime düştüm, bu gussadan perişan bir haldeyim zaten” dedi.
Kadın “ Hocam, ayna getireyim de bak… Benim bir suçum var mı, yalan söylüyor muyum, anla” dediyse de
hoca,
“ Git, aynan da batsın, sen de bat. Zaten daima bana buğzetmede, daima bana kin gütmede, benimle inat
edip durmadasın sen.
1575. Yatağı yay, yorganı getir… ben yatayım hele… başım ağırlaştı” dedi.
Kadın biraz duraklayınca “ Hadi behey düşman senin lâyığın bu laf, durmasana” diye bağırmaya başladı.
Hocanın, vehminden yatağa, yorgana düşmesi ve hastayım diye
vehimlenerek inlemeye başlaması
Kocakarı, yatak yorgan getirip döşedi. “ İçi vehim ateşiyle dolu, imkan yok.
Bir şey söylesem beni itham edecek. Fakat söylemesem de bu hastalık sahiden hastalık haline gelecek.
Kötüye yorma, vehimlenme, insanı hiçbir hastalığı yokken hasta eder.
1580. Kabul edilmesi farz olan Peygamber hadisidir bu: Hasta değilken kendinizi hasta gösterirseniz sahiden
hastalanırsınız.
Hasta değilim desem, bu karı yalnız kalmayı istiyor, yapacağı bir iş var.
Beni evden atacak, sonra da ne kötülükte bulunacaksa bulunacak diyebilir” dedi.
Hoca, yorganını çekip uzandı, ahlayıp puflamaya, inim inim inlemeye başladı.
1585. “ Bunca işler işledik, bunca düzenler düzdük; yine de zindandayız. Kurduğumuz yapı, kötü yapıymış, biz
de kötü kurucular!” diyorlardı.
Çocukların, bizim Kur’an okumamızdan hocanın baş ağrısı artıyor
diye onu ikinci defa olarak vehme düşürmeleri
O zeki çocuk, “ Arkadaşlar, dersinizi bağıra bağıra okuyun” dedi.
Hepsi birden bağıra bağıra okumaya başlayınca dedi ki: “ Çocuklar, bizim bağırmamız hocaya fena gelir.
Bu gürültü hocanın baş ağrısını fazlalaştırır. Bu dert, bir kuruşa değer mi?
Hoca, doğru söylüyor, başımın ağrısı fazlalaştı. Hadi gidin!” dedi.
Çocukların bu hileyle mektepten kurtulmaları
1590. Çocuklar, yeri öpüp “ Kerem sahibi, hastalık, senden uzak olsun” dediler.
Mektepten fırlayıp tanelere uçuşan kuşlar gibi evlerine koşuştular.
Anneleri kızarak “Bu gün mektep var. Sizse oyuna dalmışsınız” dedi.
Özür getirip dediler ki: “ Dur hele anne, suç bizim değil, bizim kabahatimiz yok.
Nasılsa hocamız hastalandı, perişan bir hale geldi”
1595. Anneleri dedi ki. “Hile , düzen. Siz bir ayran için yüz yalan söylersiniz.
Hele sabah olsun, hocanıza gideyim de bu hilenin aslını öğreneyim”
Çocuklar, “ Peki, git de doğru mu söylüyoruz, yalan mı, anla” dediler.
Çocukların annelerinin hocayı dolaşmaya gitmeleri
Sabah olunca anneleri, hocayı dolaşmaya gittiler. Bir de baktılar ki hoca, ağır bir hastalığa tutulmuş,
yatmakta.
Fazla örtündüğü, başını bağladığı, yüzünü kapattığı için kan-tere batmış.
1600. Hafif hafif ah etmekte. Hepsi Lâ havle demeye başladılar.
“ Hayrola hocam, bu baş ağrısı ne? Allah sağlık versin, vallahi hiç haberimiz yok” dediler.
Hoca” Benim de haberim yoktu. Bu kahpe oğulları haber verdiler işte,
Ben çalışıp çabalıyor, kıyl ü kaalle meşgul bulunuyordum, haberim bile yoktu. Meğerse içimde dehşetli bir
hastalık varmış” dedi.
İnsan, bir işe ciddiyetle koyuldu mu hastalığını göremez, körleşir.
1605. Mısır kadınları da Yusuf’un güzelliğine daldılar, haberleri bile olmadı da,
Ellerini, bileklerini paramparça ettiler. Hayrete düşen ruh, ne önü görür, ne ardı!
Nice babayiğit erler vardır ki savaşta elleri, ayakları kesilir de,
Yine savaştan el çekmez, kendini sağlam sanırlar.
Fakat sonradan görür ki el kesilmiş, bir hayli de kan akmış da haberi bile yok!
Ten, ruhun elbisesine benzer, bu el de ruhun elinin yenidir, bu ayak da
ruhun ayağına giydiği mesttir
1610. Bil ki bu ten, elbiseye benzer. Yürü, bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma.
Ruha Allah’yı tevhit etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak var.
Rüyada el, ayak görür, bir şey alır, bir yere gider, birisiyle görüşür, konuşursun ya… onu hakikat bil saçma
zannetme.
Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden çıkacağından korkma.
Dağda halvet eden dervişin hikâyesi
”* Halktan çekilmenin ve yalnızlığın tatlılığı, Allah da, Ben, beni ananla bir yerde oturur, benimle ünsiyet
bulanın enisi olurum demiştir. Bu söz de bu hikâyeye girer. Herkesle beraber bile olsa bensiz olduktan sonra
hiç kimseyle beraber değilsin demektir. Herkesten çekilmiş olsan bile yine benimle olduktan sonra herkesle
berabersin
Dağlarda oturan bir derviş vardı. Yalnızlık, onun arkadaşı ve nedimiydi.
1615. Allah şarabını içmiş olduğundan erkeklerin sözlerinden de usanmıştı, kadınların sözlerinden de.
Bize bir yerde oturup yerleşmek nasıl kolay geliyorsa bazı kimselere de bir yerden bir yere gezip durmak
öyle kolay gelir.
Sen, nasıl ululuğa âşıksan bir sanatkâr da mesela demirciliğe âşıktır.
Herkesi bir iş için yetiştirmişler, gönlüne o işin meylini vermişlerdir.
Gönülde bir meyil olmadıkça el, ayak nasıl hareket eder. Su, rüzgar olmadıkça çerçöp nasıl akar, savulur?
1620. Kendinde göğe doğru çıkmaya bir meyil gördün mü hüma kuşu gibi devlet kanadını hemen aç!
Fakat kendinde yeryüzüne bir meyil gördün mü feryat et , ağlayıp inlemeyi hiç bırakma.
Akıllılar önceden feryat ederler, bilgisizlerse işin sonunda başlarına vururlar!
Sen, işin önünde sonunu sor da kıyamet günü pişman olma.
Kuyumcunun, işin sonunu görerek kendisinden ödünç bir terazi
isteyene ona göre söz söylemesi
Birisi, kuyumcunun birine giderek “ Altın tartacağım, bana terazini versene” dedi.
1625. Kuyumcu dedi ki. “ Babacığım, hadi git, bende kalbur yok!” Adam: “Alay etme benimle. Ver şu teraziyi”
dedi.
Kuyumcu dedi ki. “ Dükkânımda süpürge yok” Adam: “ Kâfi yahu, bırak alayı”
Ben senden terazi istiyorum. Sağırlıktan gelme; şu tarafa, bu tarafa, bu tarafa gidip durma, ver teraziyi”
dedi.
Kuyumcu dedi ki. “ Sağır değilim, sözünü duydum, söylediğim sözleri de mânasız sanma.
Sözünü duydum ama sen kuvveti, kudreti kalmamış bir ihtiyarsın, hiç şüphem yok, zayıflıktan elin
titreyecek.
1630. Tartacağın altın da külçe değil, tozu var, kırık dökük bir şey. Elin titreyecek, yere dökeceksin,
Sonra bana bir süpürge ver de toza, toprağa dökülen altınımı süpüreyim diyeceksin.
Altını süpürüp bir yere toplayınca da güzelim, kalbur isterim diye tutturacaksın.
Ben, işin sonunu önceden gördüm, iyisi mi hadi sen başka bir yere git!”
*Artık o dağlıklarda yurt tutup, orada yiyen, içen tek ve ulu şeyhin hikâyesini tamamla.
Dağlardaki ağaçlardan meyve düşürmeyeyim, ağacı silkmeyeyim, hiç
kimseden açıkça, yahut gizli kapalı bir şey istemeyeyim, şu ağacı silk
demeyeyim, yalnız ağaçtan kendiliğinden düşen meyveleri yiyeyim diye
nezretmiş olan ve dağlarda halvet etmiş bulunan zâhidin hikâyesinin
son kısmı
O dağlarda ağaçlar, meyveler, sayısız elmalar, armutlar, narlar vardı.
*O derviş, meyvelerle gıdalanır, başka hiçbir şey yemezdi.
1635. Allah’ya “ Yarabbi seninle ahdım olsun. Bu ağaçlardan meyve toplamayayım.
Rüzgârla yere düşen meyvelerden başka hiçbir meyve yemeyeyim, elimi hiçbir dala uzatmayayım.” dedi.
Bir müddet nezrine vefa etti. Fakat nihayet kaza ve kaderin imtihanları çıkageldi.
Bu yüzden, sözlerinizde daima inşallah deyin, ahitlerinizde de Allah dilerse sözünü söyleyin.
Çünkü ben, gönüle her zaman başka bir meyil verir, her an gönüle başka bir dağ vururum.
1640. Biz her sabah yeni bi işte, yeni bir güçteyiz. Her şey, bizim dileğimize göre meydana gelir denmiştir.
Hadiste “ Gönül, ovada rüzgârlara tabi bir tüy benzer.
Rüzgâr, tüyü her tarafa uçurur, gâh sola, gâh sağa götürür durur.” denmektedir.
Başka bir hadiste de denmiştir ki: “ Bu gönlü ateş üstündeki kazanda kaynayan bir su bil!”
Gönlün her an başka bir dileği vardır. Fakat bu dilek kendisinden değildir, başka bir yerdendir.
1645. Şu halde gönlün reyine, gönlün dileğine neden emin olur da ahdeder, sonunda da pişman
olur,nedamete düşersin?
Fakat bu yine de Allah’nın hükmündendir. Allah’nın takdiridir. Kuyuyu görürsün de çekinmeye kudretin
olmaz.
Uçan kuşun tuzağı görmeyip hapse düşmesine taaccüb edilmez ki.
Şaşılacak şey şudur: Hem tuzağı görür, hem mıhı görür de yine sonunda ister istemez o tuzağa düşer!
Gözü açık kulağı açık, tuzak önde… yine de kendi kanadıyla tuzağa doğru uçar!
Kaza ve kader tuzağının eseri görünen, kendisi görünmeyen bir şeye
benzemesi
1650. Bir kişizade görürsün… çula, çuvala bürünmüş, baş açık, belâlara uğramış.
Bir kahpenin sevdasıyla yanıp tutuşuyor. Elbiselerini, malını, mülkünü sarmış.
Elindeki, avucundaki gitmiş, adı kötüye çıkmış hor hakir bir hale gelmiş, düşmanlarının isteği gibi tepesi
üstüne yuvarlanıp gidiyor!
Adamcağız bir zâhit gördü mü “ Ey ulu, Allah için bana bir himmet et.
Bu aşağılık ve kötü sevdaya düştüm, elimdeki maldan, altından, nimetten oldum.
1655. Bir himmet et, belki bu dertten kurtulur, bu kara balçıktan sıçrar, çıkarmı der”.
Halktan da dua etmelerini istemektedir. İleri gelenlerden de..“ Aman, beni kurtarın, kurtarın, kurtarın!”
demektedir.
Eli de açık, ayağı da. Ne onu bağlamışlar, ne başında bir adam var, ne ayağın da bukağı!
A adam, hangi bağdan kurtulmak istiyor, hangi hapisten kaçmak diliyorsun?
Hangi bağdan olacak? Tertemiz ruhtan başka kimsenin göremediği takdir bağından gizli olan kaza
bağından!
1660. Ortada değil görünmüyor, gizli ama zindandan da beter, demir zincirlerden de!
Çünkü demir zincirleri demirci kırabilir, bir adam zindanın temelini kazıp duvarını yıkabilir.
Fakat şaşılacak şey şu ki gizli olan kuvvetli bağı kırmaktan demirciler bile âcizdir.
O bağı Ahmed görebilir de, “ Boynunda da hurma lifinden bir ip var” der.
Ahmed, Ebuleheb’in karısının sırtındaki odun yükünü gördü de ona “ Odun hamalı” dedi.
1665. İpi de ondan başka kimse görmedi, odunu da. Ona her görünmeyen şey, görünür.
Başkaları umumiyetle tevil ederler; bu akılsızlıktan böyle söylüyor derler. Sanki onların akılları
başlarındaymış!
Tevil ederler ama hakikatte onun sırtı, o odun yükünün altında iki büklüm olmuştur, gözünün önünde feryat
edip durmakta.
Bana bir dua edin., bir himmet edin de kurtulayım, şu gizli bağdan sıyrılayım demektetir.
Bu nişaneleri apaçık gören, nasıl olur da şakiyi saitten ayırt edemez.
1670. Bilir, tanır ama Allah sırrını açmak helâl olmadığından ululuk sahibi Allah’nın emriyle örter, gizler.
Bu sözün sonu yoktur, gelelim hikâyeye: O yoksul, açlıktan zayıf, perişan bir hale geldi, harekete bile
mecali kalmadı.
Ağaçtan armut koparmamayı nezreden yoksulun âciz kalıp koparması
ve derhal Allah azabının gelip çatması
Derviş tam beş gün armut ağacını silkmedi, fakat açlık ateşi de sabrını tüketmekteydi.
Bir dalda birkaç armut gördü, fakat yine sabredip kendisini çekti.
Bu sırada bir rüzgâr geldi, dalı eğdi. Dervişin nefsi, onları yemeye yeltendi, galebe de etti.
1675. Açlık, zayıflık, bir yandan da takdir, zâhidi nezrine vefadan alıkoydu.
Ahdini bir yana bıraktı, daldaki armudu kopardı, yedi.
Fakat hemencecik Allah azabı erişti, gözünü açtı, kulağını çekti.
Şeyhi de hırsızlarla beraber görerek hırsız sanıp elini kesmeleri
Yirmi tane, yahut daha fazla hırsız, oraya gelip konmuştu. Çaldıkları şeyleri aralarında pay ediyorlardı.
Birisi şahneye haber vermişti. Derhal şahnenin adamları oraya gelip hepsini yakaladılar.
*Şahne hiddete gelip cellâda “ Bunların ellerini, ayaklarını kes” dedi.
1680. Cellât, oracıkta hepsinin sol ayaklarıyla sağ ellerini kesmeye başladı. Bir gürültüdür koptu.
O arada zâhidin eli de yanlışlıkla kesildi. Cellât, ayağını kesmek üzereyken,
Rütbesi pek büyük bir atlı gelip yetişti, cellâda “ Behey köpek kendine gel.
Bu, filan Şeyhtir, Allah abdalıdır. Neden onun elini kestin ?” diye bağırdı.
Cellât, elbisesini yırtıp giderek yana yakıla şahneye hali anlattı.
1685. Şahneye yalınayak geldi, Allah şahit ki bilmedim diye özürler dilemeğe,
Ey kerem sahibi, ey cennetliklerin ulusu, bu kötü işi affet, hakkını helâl eyle. Beni bağışla demeye başladı.
Şeyh dedi ki: “Ben, bunun sebebini biliyor, suçumu anlıyorum.
Ben onun yemininin hürmetini terk ettim, onun adaleti de benim( yeminimi) sağ elimi kestirdi!
Ben kötü olduğunu bildiğim halde ahdimden döndüm. Bunun kötülüğü elime geldi.
1690. Ey vali, sevgilinin hükmüne elimiz de feda olsun, ayağımız da, beynimiz de, derimiz de!
Bu, bana kısmetmiş! Sana helâl ettim. Sen bilmeyerek yaptın, bir suçun yok ki.
Halimi bilenin, fermanı yürür. Allah emrine itiraz etmek nerede?”
Nice kuş vardır ki uçup tane arar… boğazı, boğazının kesilmesine sebep olur.
Nice kuş vardır ki açlık ve midesi yüzünden dam kenarında, kafes içinde mahpustur.
1695. Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.
Nice namuslu, örtülü kadın vardır ki ferciyle boğazının şomluğundan rüsvay olmuştur.
Nice bilgili ve iyi huylu kadı vardır ki boğazının yüzünden rüşvet almış, utanıp yüzü sararmıştır.
Hattâ Harut’la Marut bile o şarabı tatmışlardır da o şarap, onların göğe çıkmalarına mâni olmuştur.
Bayezid, bu yüzden çekindi, işte. Kendisinde namaz kılma hususunda bir tembellik gördü.
1700. O çok akıllı şeyh, sebebini düşündü, fazla su içmesinde buldu.
“ Tam bir yıl su içmeyeceğim” dedi. Dediğini de yaptı, Allah sabır ve tahammülünü verdi.
Onun bu pek ehemmiyetsiz mücahedesi, din içindi, bu yüzden de sultan oldu, ârifler kutbu oldu.
Şeyhin de eli boğazı yüzünden kesildi ve o zâhit adamın şikâyet kapısı bağlandı.
Adı halk arasında “ Şeyh-i Akta’- eli kesik şeyh-” kaldı, halk onu bu adla tanıdı.
Şeyh-i Akta’ın kerameti ve iki elle zembil örmesi
1705. Onu birisi ottan,çöpten yapılmış bir gölgelikte ziyaret etti. İki elle zembil örmekte olduğunu gördü.
Şeyh ona “ Ey canının düşmanı, neden böyle küstahlık edip yanıma geldin?
Neden izinsiz içeri girdin?” dedi. Adam, “ Sevgimden fazla iştiyakımdan” deyince,
Şeyh gülümsedi de dedi ki: “ Öyleyse gel… fakat ey ulu kişi, bunu gizle.
Ben ölmeden ne bir dosta, ne bir sevgiliye ne de bir aşağılık kişiye, hiç ama hiç kimseye söyleme!
1710. Bundan sonra bir bölük halk onu iki elle zembili örerken penceresinden gördüler.
Şeyh, “ Yarabbi, hikmetini sen bilirsin. Ben gizliyorum, sen aşikâr ediyorsun” dedi.
Ona şöyle ilham geldi. “ Birkaç kişi, senin elinin kesik olması kınadılar, sana münkir oldular.
O herhalde yolda yalancıydı ki Allah, onu bu, taife arasında rüsvay etti dediler.
Ben onların kâfir olmasını, bu azgınlıkla, bu sapıklıkla, bu kötü şüpheyle geçip gitmelerini istemem.
1715. Ben de şu kerameti aşikâr ettim, iş işlediğin vakit sana iki el ihsan ettiğimi gösterdim.
Ki o biçareler, hakkında kötü bir şüpheye düşüp de huzurumdan merdud olmasınlar.
Ben sana bu kerametler olmaksızın da daha önce bizzat teselliler verdim.
Bu kerametleri ise ancak onlar için verdim,bu mumu ancak onlar için yaktım.
Sen, ölümden, bedeninin cüzlerinin ayrılacağından korkmaktan geçtin.
1720. Sende, başının, ayağının gideceğine dair korku kalmadı. Vehmi bırakmak, senin için ulu bir siper oldu.”
Firavun sihirbazlarının elleriyle ayaklarının kesilmesine aldırış
etmemelerindeki sebep
Firavun, sihirbazları yeryüzünde öldürmekle tehdit etmedi mi?
Sizin ellerinizi, ayaklarınızı çaprazına kestirir sizi asarım, affetmem demedi mi?
O, sihirbazların vehme düşeceklerini, korkacaklarının, vesveseye uğrayacaklarını sanıyordu.
Titremeye başlayacaklarını, ürküp korkacakların, bu tehditlerden vehmedeceklerini umuyordu.
1725. Bilmiyordu ki onlar, bu işlerden kurtulmuşlar, gönül nurunun göründüğü pencerenin önüne
oturmuşlar…
Gölgelerinin, kendilerinden meydana geldiğini bilmişler, çevik bir hale gelmişlerdir.
Bu gül bahçesinde felek havanı, onları yüzlerce defa dövüp ezse bile,
Bu terkibin aslını görmüş olduklarından artık vehmin ferilerinden pek korkmazlar.
Bu âlem, bir rüyadır, zanna kapılma sen. Rüyada bir el kesilse bile zararı yok.
1730. Rüyada başın kesilse de hakikatte yine başın yerindedir, ömrün de uzun olur.
Rüyada kendini ikiye biçilmiş görsen bile kalktın mı vücudun da sağlamdır, bir hastalığında yoktur.
Hâsılı rüyada vücudunu noksan görmekten ne çıkar? Yüzlerce parçaya ayrılsan bile ne korkacaksın ki?
Suretle kaim olan bu cihan hakkında da Peygamber, uyuyanın gördüğü bir rüya dedi.
Sen, bu sözü taklit yoluyla kabul ettin, fakat salikler bunu rivayet edilmeden de gözleriyle gördüler.
1735. Sen gündüzün de uykudasın. Bu uyku değil deme. Gölge feridir, asıl ise ancak ay ışığından ibarettir.
Ey yiğit, bil ki uykun da uyanıklığın da uyuyan adamın rüya içinde rüya görmesine benzer.
Bu adam, kendisini uyuyorum sanır ama bilmez ki ikinci uykudadır, iki kat uyku içindedir.
Testici, bir testiyi kırarsa dilediği zaman yine yapar da.
Kör, her adımda kuyuya, çukura düşmekten korkarda binlerce korkuyla yol yürür.
1740. Fakat gören kişi yolun enini, boyunu görür, çukuru, kuyuyu bilir.
Her adımda ayakları, dizleri titremez. Her dertten yüzünü ekşitir mi ki?
Sihirbazlar, “ Ey firavun, halk, biz, her sesten, her gulyabaniden ürküp duracak adam değiliz.
Bizim hırkamızı yırt, onu diken var… olmasa bile çıplak olmamız daha iyi.
Bu güzeli çıplak olarak koçmamız daha hoş. A bir işe yaramaz , bir şey beceremez düşman!
1745. Tenden mizaçtan soyunmaktan daha hoş bir şey yoktur, a ilhama mazhar olmayan sersem Firavun!”
dediler.
Devenin önünde giden katırın “ Ben yol yürürken ikide bir yüzüstü
kapanıyorum, sense pek nadir düşüyorsun “ diye şikâyet etmesi
Katırın biri deveye “ Arkadaş, yokuş olsun, iniş olsun en dar yolda bile,
Sen güzelce gidiyor, hiç kapaklanmıyorsun. Bense durmadan tepesi üstü düşüp duruyorum.
Yol ister kuru olsun, ister balçık… daima yüzüstü kapaklanıyorum.
Bunun sebebi ne? Bana bir söyle de ne yapmalı, nasıl etmeli anlayayım” dedi.
1750. Deve dedi ki: “ Benim gözüm senin gözünden daha kuvvetlidir, daha iyi görür.
*Sonra ben, yukardan bakmaktayım, bu sebeple hiç yüzüstü düşmem.
Yüce bir dağın başına çıktım mı en son çukuru bile görürüm.
Allah, bütün inişleri çıkışları özüme gösterir.
Her adımımı nereye atacaksam görür de öyle atarım. Bu yüzden de sürçmekten, düşmekten kurtulurum.
Sense iki üç adım ötesini görmezsin. Taneyi görürsün de tuzağı görmezsin.
1755. Konak, iniş ve yürüyüş yerlerinde hiç körle gözlü bir olur mu?
Allah, ana karnında ki çocuğa can verdi mi mizacına vücudunu kuvvetlendirecek cüzüleri çekmek kabiliyetini
verir.
Yediği şeylerle bu cüzüleri çeker, bu suretle de cisminin nescini dokur durur.
Allah, insana kırk yaşına kadar bu cüzüleri çekme kabiliyetini, bu hırsı verir, o da kendisini yetiştirir büyür,
gelişir, kuvvetlenir.
Ruha, cüzüleri çekmeyi öğreten o tek padişah, nasıl olur da cesedin cüzüleri bir araya getirmeyi bilmez?
1760. Bu ruh zerrelerini bir araya toplayan, sana hayat kabiliyetini veren güneş, gıda vasıtasıyla olmaksızın da
varlığının zerrelerini toplayıp bir araya getirmeyi bilir.
Uykudan uyanınca senden gitmiş olan akıl ve duyguyu yine sana iade eder.
Buna bak da ölünce de bil ki onlar kaybolmaz, Allah geri gel diye ferman etti mi gelirler.
Uzeyr Aleyhisselâm’ın merkebinin cüc’ülerinin çürüdükden sonra Allah
izniyle bir araya gelip Uzeyr’in gözünün önünde dirilmesi
Allah dedi ki. “ Uzeyr, eşeğine bir iyice bak. Çürümüş etleri dökülmüş…
Onun cüz’ülerini gözünün önünde bir araya getirecek, başını, kuyruğunu, kulaklarını, ayaklarını düzüp
koşacağım.
1765. Görünürde bir el olmadığı halde bütün cüz’üleri bir araya getiren, cesedin parçalarını bir yere toplayan
benim.
Şu yama yamama sanatına bak hele. Eski palasları iğnesiz dikip durmada
Diktiği sıralarda ne ip var, ne iğne. Fakat öyle bir diker ki ortada terzi bile görünmez.
Gözünü aç da haşri apaşikâr gör… kıyamette hiçbir şüphen kalmasın.
Varlık zerrelerini nasıl tamamıyla topluyorum, gör de ölürken bu hayata sarılıp titreme.
1770. Uyurken bedeninin duygularının mahvolmayacağından eminsin ya.
Uykun geldi mi duyguların dağılır, harap bir hale gelir ama mahvolacaklar diye korkup titremezsin”
Bir şeyhin, oğullarının ölümüne ağlaması
Bundan önce yol gösteren bir şeyh vardı. Yeryüzünde adeta göğe mensup bir çırağdı.
Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin kapılarını açardı.
Peygamber, “ İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer” dedi.
1775. Bir sabah evindekiler ona dediler ki: “ A güzel huylu, nasıl da yüreğin katı, neden böylesin sen,
Biz, senin oğullarının ölümünden iki büklüm oluyor, zarı zarı ağlıyoruz da,
Sen hiç ağlamıyor, feryat etmiyorsun bile. Bu neden ki: Yoksa gönlünde merhamet mi yok.
Yüreğinde merhamet yoksa senden ne umabiliriz ki?
Ey ulumuz, rehberimiz, kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidimiz sende.
1780. Mahşer günü tahtı bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen şefaat edersin diyoruz.
Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız.
Hiçbir mücrime aman verilmeyen o gün el bizim, etek senin!
Peygamber, “ Kıyamet günü suçluları ağlar, inler bir halde nasıl terk ederiz?
Ben o gün canla başla onların suçlarını affettirir, onlara şefaat eder, onları ağır işkencelerden kurtarırım.
1785. Suçluları, büyük günahlarda bulunanları çalışıp çabalar, ne yapıp yapıp Allah azabından halâs ederim.
Ümmetimin iyileri zaten kurtulurlar, o azap günü benim şefaatime ihtiyaçları olmaz.
Hattâ onlar bile suçlulara şefaat ederler, onların bile sözleri geçer, hükümleri yürür.
Hiç kimse, başkasının suçunu almaz, yükünü yüklenmez… yüklenmez ama yüklenen ben değilim ki, onların
yüklerini alan, onları hafifleten Allah’dır.” dedi.
Civanım, yükü olmayan şeyhtir. Allah onu eldeki yay gibi eline almış, kabul etmiştir.
1790. Şeyh kime derler? İhtiyara, yani saçı sakalı ağarmış adama derler. Fakat ey ümitsiz adam, bunun
mânasını bil.
Kara saç, kara sakal, onun varlığıdır. Varlığından tek bir kıl bile kalmamalı.
Birisinin varlığı kalmadı mı pir ona derler. İster saçı sakalı siyah olsun, ister kır.
O kara saç, kara sakal, insanlık sıfatıdır. Söylediğimiz kıl, sakal, bıyık kılları söylediğimiz saç baştaki değildir.
İsa, beşikte “ Genç olmadan şeyhsiz, piriz” diye bağırır.
1795. Oğul, insan, insanlık sıfatlarının bir kısmından kurtuldu mu şeyh olmaz, fakat olgun bir adam olur.
İnsanlık sıfatlarından bir tek kara kıl bile kalmadı mı şeyh olur, Allah’ya makbul bir adam haline gelir.
Fakat bir adam yaşlansa da saçı sakalı ağarsa hakikatte ne pirdir, ne Allah hası!
Varlığında insanlık sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa mensub olamaz, âlem halkından birisidir o!
Şeyh’in, oğullarına ağlamadığına özür getirmesi
Şeyh, kendisine bu sözü söyleyen karısına dedi ki: “ Arkadaş, merhametim, şefkatim yok, yüreğim katı
sanma,
1800. Biz, kâfirler, Allah’ya küfranı nimette bulunmuş olmakla beraber onlara acırız.
Hattâ halk onları taşlıyor diye köpeklere acırız.
Ben beni ısıran köpeğe de dua eder, Yarabbi sen onu bu huydan vazgeçir,
Adamları ısırmasın da halkın taşını, topacını yemesin derim.
Allah, velîleri âlemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne getirmiştir.
1805. Onlar, halkı Allah’nın haremine davet ederler, Hakk’a da “ Yarabbi bunları sen kurtar “ diye dua ederler.
Bu yüzden halka usanmadan öğüt verirler. Halk, öğütlerini kabul etmedi mi, “ Yarabbi, sen bunlara acı sen
kapını kapama “ derler.
Halkın mazhar olduğu rahmet, cüz’i rahmettir. Fakat himmet sahibi er, külli rahmete mazhardır.
Allah’nın cüz’i rahmetine mazhar olan, küllî rahmete ulaştı mı rahmet denizi kesilir, yol gösterici olur.
Ey cüz’i rahmet, külle ulaş… ey külli rahmet sen de yürü, halka yol göster.
1810. Cüz’i rahmete mazhar olan ve o mertebede kalan, denizin yolunu bilmez. Kuyuları da denize benzer
sanır!
Denizin yolunu bilmedikçe nasıl yol alır, halkı nasıl denize götürür, denize ulaştırır?
Sel ve nehir gibi denize kadar akıp gitti mi o vakit denize ulaşır, denizle birleşir.
Bundan önce halkı davet etse bile bu daveti taklittir. Yolu, varılacak makamı görerek yahut Allah’dan vahiy
ve ilhamla, Allah kuvvetiyle değil!”
Kadın, “ Peki madem ki herkese acıyorsun, bu sürünün çobanı gibi sürünün etrafında dönüp dolaşıyorsun
demektir.
1815. Ecel cellâdı, oğullarını vurup öldürdüğü halde nasıl oluyor da kendi oğluna ağlamıyorsun?
Gözyaşları, merhamete delildir, yürek yanmadıkça göz yaşaramaz, neden gözlerinde yaş yok, niçin
ağlamıyorsun ya?” dedi.
Şeyh kadına yüz çevirip dedi ki. “ Kocakarı, kış mevsimi, temmuz ayına benzemez.
İsterse hepsi ölsün, isterse diri kalsın… gönül gözünden kaybolmuyorlar ki!
Onları gözümün önünde görüp dururken neden senin gibi yüzümü yırtayım?
1820. Zamanın devranından çıktılar… çıktılar ama onlar yine benimle beraber, etrafımda oynayıp duruyorlar!
Ağlayış ya elemden olur, ya ayrılıktan. Halbuki ben aziz sevgililerimle vuslattayım, koşuşup duruyorum.
Halk onları rüyada görür, bense uyanıkken onları apaşikâr görüyorum.
Bu cihandan kendimi gizledim mi, duygu yaprağını varlık ağacından silktim mi onlarla beraberim.
Kadınım, duygu akla esirdir, fakat bil ki akılda ruhun esiridir.
1825. Can, aklın bağlı olan ellerini çözdü mü haline imkân bulunmayan işleri de yapar, düzer.
Duygularla düşünceler, duru suyun yüzünü çer çöp gibi kaplamıştır.
Aklın eli, onları bir tarafa atar, su meydana çıkar.
Çerçöp habbeler gibi suyun yüzünü örter. Fakat bunlar bir tarafa sürüldü mü su görünür.
Allah, aklın elini açmadıkça hava, suyumuzun yüzünü çerçöple, süprüntüyle doldurur.
1830. Suyu daima örter; hava buna güler; akılsa ağlar durur.
Allah korkusu, havanın ellerini bağlarsa Hakk aklın ellerini çözer.
Hizmetkârın âkil olursa sana galip olan duygularda mahkûmun olur.
Gayba mensup sırlar, can âleminden zuhur etsin diye duyguları zâhirî olmayan bir uykuya daldırır da,
İnsan uyanıkken rüyalar da görür, insana gök kapıları da açılır.
Kör Şeyhin Kur’an’ı yüzünden okuması ve Kur’an okurken gözlerinin
görmesi
Yoksul şeyhin biri, bir vakitler kör bir pîrin evinde bir mushaf gördü.
Temmuz ayı idi, ona mihman olmuştu: O iki zâhit, birkaç gün bir araya gelmişlerdi.
Kendi kendisine “ Burada mushafın ne işi var? Bu adam kör” dedi.
Bu düşünceye düştü, huzuru kaçtı; “ Burada bu körden başka kimse de yok, bu ne iş?
Burada yalnız o var, bir de buraya mushaf koymuş. Ben ne bunağım, ne sersem…
1840. Onun için hiçbir şey sormayayım, sabredeyim de sabırla muradıma erişeyim” dedi.
Sabretti, bir müddet gönlü sıkıldı, fakat nihayet meseleyi anladı. Çünkü sabır, genişliğin anahtarıdır.
Lokman’ın Davud aleyhisselâm’ı demir halkalar yaparken görüp merak
etmesi, sabredersem elbette anlarım diye sormayıp sabretmesi
Lokman, tertemiz Davud’un yanına gitmiş, onun demir halkalar yapmakta olduğunu görmüştü.
O yüce padişah demir halkalar yapıyor, halkaları birbirine takıyordu.
Lokman silah yapma sanatını pek görmemişti, şaşırıp kaldı, vesveseleri arttı.
1845. Bu nedir acaba, şunu bir sorsam, bu kat kat halkalarla ne yapıyorsun desem, dedi.
Sonra yine kendi kendisine dedi ki: “ Dur hele sabır daha iyi. Sabır, adamı maksadına çabucak ulaştırır.
Sormazsam iş daha çabuk anlaşılır. Sabırlı kuş, bütün kuşlardan daha iyi uçar.
Fakat sorarsam maksadı daha geç anlarım, kolaycacık anlayacağım şey, bu sorgumla güçleşir.
Lokman, orada bir müddet sabredip durdu. Bu müddet içinde Davud da zırhı yapıp tamamladı.
1850. Kerem ve sabır sahibi Lokman’ın önünde bedenine geçirip giyindi.
“ Civanım, bu, savaşta yaralanmamak için güzel bir elbisedir” dedi.
Lokman dedi ki. “ Sabır da güzel bir iş. Her dertte ona sığınmak gerek, her gamı o giderir.”
A kişi “ Vel asri” suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Allah o surede sabrı hakla beraber andı, sabrı
hakka eş etti.
Allah, yüz binlerce kimya yarattı ama insan, sabır gibi bir kimya görmedi.
Körün Mushaf okuması hikâyesinin sonu
1855. Konuk da sabretti. Ansızın müşkül halloldu, anlamak istediğini anladı.
Gece yarısı Kur’an sesini duydu. Uykusundan sıçradı, şu acayip şeyi gördü:
Kör, mushaftan Kur’an okumaktaydı. Hem de doğru olarak okuyordu. Sabırsızlandı, bu hali sordu, dedi ki: “
“Gözün kör olduğu halde şaştım doğrusu, bu satırları nasıl okuyabiliyorsun sen?
Okuduğun satıra bakmakta, elini okuduğun harflerin üstünde gezdirmektesin.
1860. Parmağını satırlar üstünde gezdirişinden anlaşılıyor, mutlaka harfleri görüyorsun.”
Kör dedi ki. “ Ey ten bilgisizliğinden kurtulan, bunu Allah yapamaz mı ki? Neye şaşırıyorsun?
Ben Allah’ya, ey yardımcım olan Allah, ey yardım dilenen Rabbim, adam canına nasıl düşkünse ben de
Kur’an okumaya öyle düşkünüm.
Fakat hafız değilim ki, Yarabbi Kur’an okuyacağım vakit gözlerime illetsiz bir nur ver,
Benim gözlerimi aç da Kur’an’ı elime alıp okuyayım diye dua ettim.
1865. Allah’dan ey Kur’an’a düşkün adam, ey her dertte bize yüz tutan, bizden ümidini kesmeyen kişi,
Senin bize karşı öyle bir hüsnü zan, o ümit, sana daima yücel, yüksel demekte.
Ne vakit Kur’an okumak istersen, ne vakit mushafı eline alırsan,
Ben de o zaman sana gözlerinin nurunu bağışlayacağım ey yaratılışı büyük kişi, diye nida geldi.
Öyle de yaptı Allahm, ben ne vakit okumak üzere mushafı elime alır, açarsam,
1870. Her şeyi bilen, hiçbir işten gafil olmayan o ulu padişah.
O tek Allah, gece çırağı gibi gözlerimin nurunu ihsan etmekte”
Allah, ne alırsa ona karşılık ihsanda bulunur. Velî bu sebeple Allah’ya itiraz etmez.
Bağını mı yaktı? Sana bir bağ dolusu üzüm ihsan eder; yas içinde neşe verir.
O elsiz çolağa da el verir, gamlara maden olan kişiye neşeli, sarhoş bir gönül bağışlar.
1875. Kaybettiğimiz şey büyük ve değerli bir şey bile olsa mademki bize karşılık olarak ihsanlarda bulunuyor,
şu halde itiraz etmemize imkân yok.
Ortada ateş olmadığı halde bana hararet verdikten, beni ısıttıktan sonra ateşimi söndürse de razıyım.
Madem ki mumsuz da aydınlık vermekte, mumun sönüşüne neye feryat ediyorsun?
Bazı velîler, Allah hükümlerine razı olurlar Yarabbi, bu hükmü çevir diye
niyaz etmezler
Şimdi, dünyada hiç itiraz etmeyen yolcuların hallerini işit.
Velîlerden dua edenler, gâh diken, gâh sökenler var. Bunlar başka.
1880. Bir de velîlerden öylelerini tanırım ki ağızları yumulmuştur, hiç dua etmezler.
O, ulular, Allah hükümlerine razı olmuşlardır, takdirin def’ine çalışmak onlara haramdır.
Bunlar, kaza ve kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı dilemek onlarca küfürdür.
Allah bunların gönlüne öyle bir hüsnü zan vermiştir ki derde düşüp hiç yaslanmazlar, gök renkli yas elbisesi
giymezler.
Behlûl’ün dervişe sual sorması
Behlül, dervişin birine “ Derviş, nasılsın? Anlat bakalım?” dedi.
Derviş, Dünyadaki işler daima bir adamın dilediği gibi olur;
Seller, ırmaklar muradınca akar, yıldızlar hükmünce hükmeder;
Hayatla ölüm, ona çavuş olur, emrine uyup dilediği yere gider.
Nereye dilerse baş sağlığı haberi yollar, nereye dilerse kutlu olsun derse…
Yolcuların hepsi, onu izler, yolda kalanlar onun tuzağına tutulursa…
1890. Onun fermanı, onun rızası olmadıkça âlemde hiçbir ağız gülmezse bu adamın hali nasıldır? İşte o
haldeyim ben” dedi.
Behlûl, padişahım doğru söyledin. Bu hale sahip olduğun nurundan da belli, yüzünden de görünüp
durmakta.
Böylesin, hatta yüz mislisin... doğru ama bunu bir güzelce anlat.
Öyle bir anlat ki duyunca fazilet sahibi de kabul etsin, bir şeyden anlamaz adam da.
Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat.
1895. Söz söyleyen kemal sahibi olursa söz söyleme sofrasını yaydı mı sofrası, her çeşit aşlarla doludur.
Hiçbir konuk mahrum kalmaz. Herkes o sofrada kendi gıdasını bulur.
O sofra, Kur’an’a benzer; Kur’an’ın da yedi mânası vardır; alelâde halk da ondan doyar, halkın bilgide,
irfanda ileri gelenleri de” dedi.
Derviş dedi ki: “ Herkesçe şu muhakkaktır ki âlem Allah emrine râm olmuştur.
O padişahın kaza ve kaderi olmadıkça ağaçtan yaprak bile düşmez.
1900. Allah lokmaya, gir içeri diye emretmedikçe boğazdan lokma bile geçmez.
İnsanların yuları, dizgini olan, insanları dilediği yere sürüp götüren istekler de o gani Allahnın emriyle
meydana gelir.
Yeryüzünde olsun, göklerde olsun… bir zerre bile onun hükmü olmadıkça kanat çırpmaz, harekete gelemez;
Onun yürür ve kadim fermanı olmadıkça kımıldayamaz bile. Bunu anlatmaya imkân da yoktur, bu hususta
ısrar da hoş değil.
Ağaçların yapraklarını kim sayabilir? sonu olmayan şey, nasıl söze sığar?
1905. Sen şu kadar duy, madem ki bütün işler, Allah’nın emrine tabi; Allah’nın emri olmadıkça hiçbir şey
olmuyor.
Allah’nın takdiri, kulun rızası olur; kul Allah takdirine rıza verir, onun hükmünü diler, isterse…
Zorla, yahut sevaba girmek için değil de bu razılık, kendiliğinden meydana gelir, ona hoş görünürse,
Artık o kul yaşamayı bu lezzetli hayattan zevk almak için istemez. Hayatı kendisi için istenen bir şey
olmaktan çıkar.
Ezelî emir, neyse ona uyarı hayatla ölüm, onun yanında bir olur.
1910. Yaşarsa Allah için yaşar,mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Allah için ölür, korkudan hastalıktan
değil!
İmanı, onun dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil!
Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir.
Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü ve sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmu,ş aydın olmuştur.
Bu çeşit kul, Allah rızasını görünce güler, neşelenir. Kaza, ona şekerle yapılmış helva gibi gelir.
1915. Bu kulun huyu ve yaradılışı böyle olursa âlem, onun emrine, onun fermanına tabi değil de nedir?”
Peki… neden dua edip de Yarabbi, bu takdiri sen tebdil et diye yalvarsın?
İşte şeyhe göre Allah rızası bakımından kendi ölümü de evlâtlarının ölümü de helva gibiydi.
O vefakâr, o yoksul şeyhe evlât ölümü, kadayıf gibi gelmişti.
O halde Allah rızasını, duada görmedikçe neden dua etsin?
1920. Doğru yolu bulan bu çeşit kulun şefaati de acımaktan değildir, duası da.
O, Allah aşkının mumunu yakar yakmaz kendi acımasını da yakmış yandırmıştır.
Onun aşkı, vasıflarına cehennem kesilmiştir O, kendi vasıflarını kıldan kıla tamamıyla yakmıştır.
Fakat geceleyin yol alanlar, bunları nereden anlayacaklar? Bunları Dekukî gibi yalnız bu devlete koşan,
devlete ulaşan kişi bilir!
Dekukî ve kerametleri
Dekukî , iyi bir hale sahipti. Âşık ve keramet sahibi bir zat.
1925. Yeryüzünde gökteki ay gibi seyreder dururdu. Gece yolcularının gönülleri, onunla aydınlanır, nurlanırdı.
Bir yerde az otururdu, bir köyde iki günden fazla kalmazdı.
“ Bir evde iki günden fazla otursam kalbimde oranın sevgisi alevlenir.
Eve barka mağrur olmaktan çekinir, hadi ey nefis zenginleşmek, bir şey elde etmek için sefere düş derim;
İmtihanda muvaffak olması için kalbimi hiçbir yere alıştırmam derdi.
1930. Gündüzleri yol yürür, sefer eder, geceleri ibadette bulunur, namaz kılardı. Gözü açıktı o erin…padişahı
görürdü, bir doğan kuşuna benzerdi.
Halktan çekilmişti, fakat huyunun kötülüğünden değil… Kadından da ayrılmıştı, erkekten de, fakat ikilik
korkusuyla değil!
Halka şefkat gösterirdi, su gibi faydalıydı, onlara güzel bir şefaatçıydı, duası da Allah tarafından kabul
edilirdi.
Daima iyiyi de esirgerdi, kötüyü de… herkese karşı anadan daha iyi babadan daha düşkün ve
muhabbetliydi.
Peygamber: “ Ey ulular, ben size baba gibi şefkat ederim, sizi babanız gibi severim.
1935. Çünkü siz benim cüz’lerimsiniz. Neden cüz’ü külden ayırırsınız?” demiştir.
Cüz, külden ayrıldı mı bir işe yaramaz. Tenden bir uzuv kesildi mi o uzuv, murdar olur.
Tekrar aslına ulaşmazsa ölür kalır, candan haberi bile olmaz.
Oynasa, hareket etse bile bu, onun diriliğine delil olamaz. Senin kesilen uzvun da bir müddet oynar,
hareket eder.
Cüz, külden ayrılırsa bir tarafa gider, kaybolur, kül de noksan kalır. Fakat bu bahsettiğimiz kül o noksan
kalan kül değildir.
1940. O küllün kesilmesi, ulanması söze sığmaz ama misal için ( zaruri olarak) nâkıs bir şey söylüyoruz.
Dekukî hikâyesine dönüş
Peygamber, Ali’ye de temsil yoluyla aslan demiştir. Aslan onun benzeri değildir ama misal bu… böyle
demiştir işte…
Sen misalden, benzerden, aralarındaki farktan vazgeç de Dekukî hikâyesine gel civanım.
Dekukî, fetvada âdeta halkın imamıydı, takva topunu meleklerden bile çelmişti.
Bir yerde durup dinlenmede gezip tozmada ayı bile mat etmişti. Dindarlıkta din bile ona haset ederdi.
1945. Bu kadar takva ve ibadetle, bu derece evrada, zikre koyulmuş olmakla beraber yine de daima Allah
haslarını arardı.
Zaten seferden asıl maksadı da buydu, bir an olsun Allah hasına rastlayayım demekteydi.
Yola düştü mü, Yarabbi, beni haslarından birisine ulaştır, ona arkadaş et.
Yarabbi, tanıdığım erlere gönlüm kuldur. Köledir.
Canım Allah’ım, tanımadıklarımı da hicap içinde düşmüş kuluna merhametli kıl, derdi.
1950. Allah ey ulular ulusu, bu ne aşk, bu ne susuzluk? Beni seviyorsun ya… başkasını ne yapacaksın? der;
O da şöyle cevap verirdi! Ey sırları bilen Rabbim, niyaz yolunu gönlüme açan, gösteren sensin.
Denizin ortasındayım ama yine de testideki suya tamahım var.
Ben Davud’a benziyorum, doksan koyunum var ama arkadaşımın bir koyununa da tamah ediyorum.
1955. Senin aşkında haris olmak övülecek bir şeydir, bir yüceliktir.Fakat senden başkasının aşkına düşüp de
harislikte bulunmak ayıptır, ardır.
Erlerin şehveti, erlerin hırsı, önden gelir, puştların hırsıysa ayıp bir şeydir, kötü bir yoldur.
Erkeklerin hırsı öne aittir, puştların hırsı arda ait!
O hırs erliğin kemalidir, bu hırs rezalettir, soğuk ve kötü bir şeydir.
Ah burada pek gizli bir sır var. Öyle bir sır var ki onu anlamak için Musa bir Hızır’a koştu.
1960. Sen de suya kanmamış bir susuz gibi, Allah için olsun, elde ettiğine kanaat etme, durma!
Bu kapıda nihayetsiz makamlar var. Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur!
Musa’nın, ulu bir peygamber olduğu, Allah’ya pek yakın bir makamda
bulunduğu halde Hızır’ı arayıp sır öğrenmeye girmesi
Ey kerem sahibi, bunu Musa’dan öğren. Kelîm bile iştiyakından bak, ne diyor:
Bunca makama sahip olduğum, yüce bir peygamber bulunduğum halde kendimi görmüyor, kendime varlık
vermiyorum, Hızır’ı aramaktayım.
Ona, “ Ey Musa, sen kavmini bıraktın, bir izi kutlu kişinin ardına düştün.
1965. Öyle bir ulusun ki korkudan da kurtulmuşsun, ricadan da; niceye dek dönüp dolaşacaksın, ne vakte
kadar arayacaksın?
Aradığın sende… bunu sen de bilirsin. Ey gök, ne vakte dek yerin etrafında dönüp duracaksın? dediler.
Musa “ Beni bu kadar kınamayın, güneşte ayın yolunu kesmeye savaşmayın.
Ben, zamanın padişahıyla sohbet etmek için ta Mecmaal Bahreyn’e kadar gideceğim.
Hakikate ulaşmak için Hızır’ı sebep edecek, ona ulaşıncaya kadar yürüyecek, nice zamanlar sefer edip
duracağım.
1970. Yıllarca bu kanatlarımla o uğurda uçacağım. Yıllarda nedir ki? Binlerce yıllar koşacağım.
Bu binlerce yıllar uçup gitmeme değmez mi yoksa? Ben sevgilinin aşkını ekmek aşkından daha âdi görmem!
Bu sözün sonu gelmez. Sen yine Dedukî’nin hikâyesini söyle!
Yine Dekukî hikâyesi
Allah Rahmet etsin, Dedukî dedi ki: Nice zamandır doğuda, batıda sefer edip dururum.
Yıllarca, aylarca bir ay yüzlünün aşkıyla gittim. Ne yoldan haberim vardı, ne belden! Allah kudretlerine
hayran bir halde yürüdüm.
1975. Birisi ona : “ Dikenliklerde, taşlıklarda yalınayak mı gidiyorsun?” dedi. Dekukî dedi ki: “ Ben hayretler
içindeyim, kendimde değilim ki.
Sen bu ayakları yere basıyor sanma, öyle görme. Çünkü âşık şüphe yok ki gönül yurduna sefer eder.
Gönül, sevgilinin sarhoşudur: yoldan, konaktan yolun kısalığından, uzunluğundan ne haberi var”
Yolun uzunluğu, kısalığı, tenin vasıflarıdır. Ruhların gidişi başka çeşit bir gidiştir.
Sen, meni iken akıl âlemine kadar sefer edip geldin. Bu seferinde ne adım attın, ne bir yerde konakladın,
ne de bir yerden bir yere göçtün.
1980. Canın gezip yürümesi, keyfiyetten hariçtir, anlatılamaz. Cismimiz de gezmeyi candan öğrendi.
Dekukî de cisim âleminde olan gezmeyi gayri bıraktı da mânevi bir keyfiyete büründü, gizlice ve keyfiyetsiz
olarak gitmekte.
Dekukî dedi ki: “ Bir gün, sevgilinin nurlarını insanda görmeye iştiyakım arttı.
Katrede bahri muhiti, zerrede güneşi görmek arzusuna düştüm.
Gide gide bir deniz kıyısına vardım. Vakit gecikmişti, akşam olmuştu.
Kıyıda yedi mum görünmesi
1985. Ansızın ta uzaktan o sahilde yedi mum gördüm, mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım.
O yedi mumun her birinin nuru gökyüzüne kadar vurmuştu.
Hayretlere düştüm, hattâ hayret bile hayran oldu. Hayret dalgası aklımın başından aştı!
“ Bu mumlar, ne çeşit mum? Halk nasıl oluyor da bunları görmüyor;
Aydan daha aydın olan mumlar durup dururken başka bir mum arıyor?
1990. Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var ki bunları görmüyor. Allah doğru yolu dilediğine gösteriyor
sahiden” diyordum.
O yedi mumun bir mum oluşu
Bir de baktım ki o yedi mum bir mum oldu. Nuru, gökyüzünü bile delip geçmekteydi.
Sonra yine o tek mum, yedi mum oldu. Benim sarhoşluğum, hayretim arttı.
O mumların birleşmesini dille anlatmaya imkân yok ki!
Gözün bir an içinde gördüğünü dil, yıllarca söylese anlatamaz.
1995. Kulak idrâkin bir ân içinde gördüğü şeyleri, yıllarca dinlese bitmez.
Mademki bunun sonu yok, hadi, var, yine o hamdinde âciz olduğum şeyi anlat!
O mumlar ulu Allah’dan ne çeşit nişanelerdir diye koşa koşa gidiyordum.
Derken kendimden geçtim, acelemden yere yıkıldım, harap oldum.
Topraklara serildim, bir müddet akılsız, idrâksiz bir halde kaldım.
2000. Sonra kendime gelip yine kalktım, yola düştüm. Fakat bir yere gidiyordum ki ne başım bendeydi ne
ayağım!
Mumların yedi adam şeklinde görünmesi
Derken bu yedi mum, nurların ta lâcivert kubbeye kadar yükselen,
Gündüzün nurlarını bile bir karaltı gibi gösteren, aydınlıklarıyla bütün nurları silip süpüren yedi adam şekline
girdi.
Mumların yedi tane ağaç olması
Sonra o yedi adam, yedi tane ağaç oldu. İnsan yeşilliklerinden neşeleniyordu.
Yapraklarının çokluğundan dalları görünmemekte, meyvelerinin bolluğundan yaprakları kaybolmaktaydı.
2005. Dallar ta Sidre’ye kadar yükselmiş… hattâ Sidre de ne oluyor? Halâ’yı bile aşmıştı.
Kökleri, yerin dibine kadar girmiş, yayılmış, öküzle balığı bile geçmişti.
Kökleri, dallarından daha taze, daha lâtifti. Bunları seyredenin aklı, hayretlere düşüyor, altüst oluyordu.
Olgunluktan yarılan meyvelerinden su gibi nur şimşekleri fışkırtmaktaydı!
Bu ağaçların halkın gözünden gizli kalması
Asıl şaşılacak şeye gelince: O ovalardan, o çöllerden yüz binlerce adam geçiyor,
2010. Gölgelik için can veriyorlar, başlarını kilimlerle örtüyorlardı da,
Onların gölgesini bile görmüyorlardı. İyi görmeyen çakmaklaşmış gözlere yüzlerce kere tuuh!
Allah’nın kahrı, gözleri bağlanmış yoksa… gözleri bağlı adam, ayı görmez de Sühayı görür!
Güneşi görmez de zerreyi görür. Fakat yine de Allah’nın lûtfundan, kereminden ümit kesilmez ya!
Kervanlar aç susuz ağaçların altına dökülen bu olgun meyveleri görüyorlar. Yarabbi, bu ne sihir?
2015. Halk, çürük meyveleri toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar, bu pörsümüş meyveleri yağma etmek
için birbirlerine girmekteydi.
O dallar, meyveler, yapraklarsa anbean “ Keşke kavmimiz bizi bilseydi, ne olurdu?” diyorlardı.
Her ağaçtan “ A bahtsız kişiler, bize gelin, bize” diye ses geliyordu.
Fakat Allah’dan da ağaçlara: “ Onların gözlerini bağladık, onlara sığınacak yer yok!” sesi gelmekteydi.
Onlara birisi, “ Bu yana gelin de bu ağaçlardan faydalanın” dese,
2020. Hepsi birden “ Bu sarhoş yoksul, Allah’nın takdiriyle deli olmuş.
Bu yoksulun beyni başa çıkmaz sevdalarla, sonu gelmez riyazatlarla soğan gibi çürümüş kokmuş!”
diyorlardı.
Dekukî şaşıp kalıyor, “ Yarabbi bu ne hal? Halka bu perde, bu sapıklık neden geliyor ki?
Çeşit çeşit adamlar, yüzlerce akla, yüzlerce tedbire sahip oldukları halde o tarafa bir adım olsun
atamıyorlar.
Akılları, fikirleri de hep birden inkâra düşmüşler. Onların bu azgınlığına, bu isyanına bakıyorum da
şüpheleniyorum…
2025. Yoksa ben mi çıldırdım, ben mi sersem oldum? Şeytan, benim kafama mı bir şey vurdu?
Her an gözlerimi ovup duruyorum, bu cihanda rüya mı görüp durmaktayım yoksa?
Fakat bu nasıl rüya olur? İşte ağaçlara doğru gidiyorum, meyvelerini yiyorum. Buna nasıl inanmayayım?
Sonra yine münkirlere bakıyorum; görüyorum ki bu bahçeden haberleri bile yok.
Son derece iştiyaka düşmüşler, fevkalâde ihtiyaçlarından bir yarım koruk için can veriyorlar.
2030. Bu yoksullar, açlıklarından bir yaprak için ah edip duruyorlar!
Sonra yine acaba ben mi kendimden değilim, ben mi hayale düştüm, gözüme görünen muhayyel bir ağacın
dalına el attım? diyorum” demekteydi.
Peygamberler bile ye’se düşünce kendilerine yalan söylendi sandılar âyetini oku da bak.
Bu âyetteki “ Küzzibû-tekzib edildiler, onlara yalan söylüyorsunuz dendi” kelimesini teşditsiz “ Küzibû-
Kendilerine yalan söylüyorlar sandılar” tarzında oku.
Bu takdirde mâna şöyle olur: Peygamberler bile kendilerini aldanmış sandılar.
2035. Peygamberler bile kötü kişilerin ittifakına baktılar da şüpheye düştüler.
“ Bu şüphe ve tereddütten sonra onlara yardım ettik. Neyse, sen bunları bırak da can ağacına gel!
Kısmetin neyse ye, yedir deniyor!” ona, her an vahiyden sihirler öğretiliyordu da,
Halk, “ Şaşılacak şey, bu ses nedir? Sahrada ne ağaç var, ne meyve.
Kara sevdaya tutulmuş olanların yakınınızda bahçe var, sofra var demelerinden âdeta aptallaştık.
2040. Gözümüzü ovuyor, bakıyoruz . Fakat burada bahçe yok ki… önümüzdeki saha ya çöl, yahut aşılması
güç bir yol!
Fakat bu kadar uzun uzadıya söylenip duran sözlerde beyhude olmaz ya. Acayip şey, nasıl olurda bu kadar
sözün aslı olmaz. Fakat varsa nerede söyle!” diyordu.
Dekukî, macerasını şöyle anlatır: “ Ben de tıpkı onlar gibi, acayip şey demekteydim, Allah bunların gözlerini
ne de sıkı bağlamış?
Bu kavgalardan, bu aykırı hareketlerden Muhammed’de şaşmaktaydı. Ebu leheb de!
Fakat bu şaşmakla o şaşmak arasında pek büyük fark var.
2045. Dekukî, tez tez yürü sükût et. Ne vakte kadar söylenip duracaksın, ne vakte kadar? Duyup anlayan
kulak kıt!
O yedi ağacın bir ağaç olması
Dedukî dedi ki: Bahtım yaver oldu, ileriye doğru yürüdüm, bir de baktım ki o yedi ağaç bir ağaç olmuş.
Her an bir ağaç, yedi ağaç olmakta, yedi ağaç bir ağaç haline gelmekteydi. Hayretten ne hale geldim, bilir
misin? Dondum, kaldım!
Sonra ne göreyim; ağaçlar, cemaat gibi toplanmış, saf düzmüş, namaza durmuşlar!
Bir ağaç, imam gibi önlerine geçmiş, öbürleri de onun ardında kıyamdalar!
2050. Onların kıyamı rükû etmeleri, secdeye varmaları beni büsbütün şaşırttı.
O anda Allah’nın “ Yıldız ve ağaç, Allah’ya secde eder” sözünü hatırladım.
Bu ağaçların ne dizleri vardı, ne belleri! Nasıl rükûa, secdeye varıyorlar, bu ne biçim namaz? derken,
Allah’dan ilham geldi: A nurlu, pirli kişi, hâlâ bizim işimize şaşıyor musun? Bizce bu işler, şaşılacak işler değil
ki!
Yedi ağacın yedi adam olması
Bir müddet sonra ağaçlar, yedi tane adam oldu. Hepsi de tek Allah’nın huzurunda ka’dedeydi.
2055. Gözlerini ovuşturup bu yedi aslan kimlerdir, âlemde ne işleri var ki? diye bakmaktaydım.
Yanlarına yaklaşıp onlara uyanık bir gönülle selâm verdim.
Selâmımı alıp “ Ey Dekukî, ey uluların tacı, büyüklerin övündüğü zat” dediler.
Kendi kendime beni nasıl tanıdılar? Bundan önce beni görmemişlerdi dedim.
Hatırımdan geçeni hemencecik anlayıp birbirlerine baktılar.
2060. Gülerek “ Ey aziz, bu sır, şimdi sana gizli mi ki?
Allah’ya ulaşıp hayrete varan bir gönüle solun, sağın sırları gizli kalabilir mi?” dediler.
Yine kendi kendime bunlar hakikatlere ermişler, hakikatler âlemine ulaşmışlar, âlâ… fakat bu surete ait
ismi, bu surete ait harfi nasıl biliyorlar? dedim.
İçlerinden biri “ Velî, bir adı bilmezse bil ki bu istiğraktan ileri gelen bir şeydir, cahillikten değil” dedi.
Ondan sonra bana “ Ey temiz dost, biz namazda sana uymak istiyoruz” dediler.
2065. Peki dedim, fakat bir an müsaade edin zamanın devrine ait müşküllerim var.
Temiz sohbetinizle o müşküller hal olsun. Topraktan üzüm bile sohbetle biter.
İçi dolu olan tane kara toprağa ulaşır, toprakta halvet eder, toprakta sohbet eder,
Kendisini toprakta tamamıyla mahveder; nihayet ne sarı, ne kırmızı rengi kalır, kokusu da mahvolur da,
Tamamıyla mahvolur kabza eriştikten sonra kol kanat açar, basta erişir, atını sürmeye başlar.
2070. Aslının önünde varlığından geçince suret ortadan gider, mânası cilvelenir.
Hüküm senin diye baş eğdiler. Onların bu baş eğmelerinden öyle hararetlendim, gönlümden öyle bir ateş
çıktı ki!
Bir zaman o seçilmiş kişilerle mürakabeye daldım, kendimden geçtim.
O zaman canım, zamandan kurtuldu. Zaman insanı gençken kocaltır.
Bütün renkten renge girişler, zamandan meydana gelir. Zamandan kurtulan, renkten renge girmekten de
kurtulur.
2075. Bir zaman, zamandan, zaman kaydından kurtuldun mu keyfiyet kalmaz, keyfiyetsiz Allah’ya mahrem
olursun.
Zaman zamansızlığı bilmez. Zamansızlık âlemine varmak için hayretten başka yol yoktur.
Bu arayıp tarama âleminde herkesi, zamanın bir hususi tavlasına bağlamışlardır.
Her tavlaya bir memur dikilmiş… oranın ehli olmayan, memurdan izinsiz oraya giremez.
Bir tavlada bağlı olan, hevese düşüp de bağlarını çözdü, başkalarının tavlasına gitti mi,
2085. Hemen ahır memurları onu aramaya koyulur, bulup yularını tutar, çeke çeke yerine getirir!
Seni koruyanları görmüyorsan kendine bak! İhtiyarın elinde mi senin?
Zâhiren ihtiyarın elinde… elin, ayağın bağlı değil… peki, ya neden hapistesin, neden,
Seni koruyan memuru inkâr etmeye yüz tuttun da dilediğin şeylerden seni alıkoyan nefsin tehditleri adını
taktın ha!
Dekukî’nin imam olarak öne geçmesi
Dekukî’ye “ Bu sözün sonu yoktur. Namaz vakti, hemencecik öne geç.
2085. Ey tek kişi, bize iki rekât sabah namazı kıldır da zaman seninle bezensin.
Ey gözü aydın imam, bize imamlık et… İmam olanın gözü açık olması lâzım.
Şeriat de körün imamlığı mekruhtur.
Hafız, akıllı ve fakih olsa bile körün imamlığı hoş değil.
Sersem ve suçlu olsa bile gözü açık imam bu çeşit körden iyidir.
Kör, pisliklerden çekinemez. Çekinmenin asıl sebebi, asıl vesilesi gözdür.
2090. Kör yolda yürürken pisliği göremez. Dilerim, hiçbir müminin gözü kör olmasın.
Zâhiri kör, görünen necasetlere bulaşır. Fakat can gözü kör olan kişi gizli olan, görünmeyen pisliklere
bulaşır.
Bu görünen pislik bir parça suyla arınır, fakat içte olan pislik, artıkça artar.
İçteki pislikler anlaşıldı mı gözyaşından başka bir şeyle temizlenemez.
Allah, kâfire “ Pis murdar” demiştir. Bu pislik, bu murdarlık, onun dışında değildir.
2095. Kâfirin dışı, pisliklere bulaşmıştır. Pislik onun huyundadır, dinindedir.
Zâhiri pisliğin kokusu yirmi adımlık yerden gelir, bâtıni pisliğin kokusuysa Rey’den tut da Şam’a kadar gider!
Hattâ göklere çıkar, hurilerle Rıdvan’ın burunlarını doldurur!
Bu söylediğin sözler yok mu? Senin anlayışın miktarı ancak… öldüm iyi ve doğru anlayışın hasretinden!
Anlayış sudur, beden testi. Testi kırılınca içindeki su dökülür gider!
2100. Bu testinin beş tane büyük deliği vardır, içinde ne su durur ne kar!
“ Gözlerinizi sımsıkı yumun” emrini duydun da yine ayağını doğru atmadın.
Söz söylemem, mânasız çan çan etmem, ağzından anlayışını alıp götürür. Kulak kuma benzer, anlayışını
içiverir!
Öbür deliklerinden de aynı bunun gibidir… o gizli anlayış suyunu çeker, emer.
Denizden bile, yerine koymamak şartıyla su alsan nihayet o denizi kurutur, çöl haline getirirsin.
2105. Neyleyim ki vakit yok… yoksa denizden giden sular, o suların yerine karşılık olan suların ne çeşit ve
neden geldiğini söylerdim;
Denizin suları harcandıktan sonra karşılık olarak yerine gelen suları anlatırdım.
Yüz binlerce canlı mahlûk, denizden su içmekte… bulutlarda ondan su alıyorlar.
Sonra yine deniz, onların karşılığını almakta… nereden alıyor? Bunu akıl ve fikir sahibi olanlar bilir.
Bu kitap da birçok hikâyelere başlayıverdik… fakat onlar noksan kaldı.
2110. Ey Hak ziyası cömert Husameddin, feleklerle unsurlar, senin gibi bir padişah doğurmamıştır.
Sen, cana da nadir gelirsin, gönüle de. Senin kudumuna karşı bir şey yapamadığından can da mahçuptur,
gönül de!
Geçmiş kavimleri ne kadar methettim, fakat bütün bunlardan maksadım sensin.
Dua, çıktığı evi bilir, sen kimin adını anarsan an, kimi översen öv!
Övüşleri namahrem olanlardan gizlemek için Allah bile hikâyeler söylemekte, misaller getirmektedir.
2115. O medihler de sana karşı hiçtir, onlar da senden utanıyorlar ama yoksul, elinden ne gelebilirse
armağan olarak onu sunar, Allah, bu armağanı da kabul eder.
Allah, âciz kişinin aczini hoş görür. Körün gözlerindeki iki katra yaşı da kabul eder. Zaten körün gözünde bu
iki katradan başka ne bulunabilir ki?
Ben o güzelim adı pek kısa bir tarzda övdüm; bunu kuş da biliyor, balık da!
Sebebi de şu: Hasetçiler, kıskanıp haset ederek ah etmesinler, hayalini dişleriyle dişlemesinler!
Ama zaten hasetçi, onun hayalini nereden bulacak? Hiç fare deliğinde dudu kuşu oturur mu?
2120. O hasetçinin gördüğü hayal, onun hayali değildir ki… O hilâl değil, onun kendi kaşının kılı!
Ben seni beş duyguyla yedi kat göğe sığmayacak bir şekilde öveceğim. Şimdi yaz bakalım: Dekukî ileri
geçip imam oldu.
Dekukî’nin ileri geçip onlara imam olması
Tahiyatta, salih kişilere selâm verilirken bütün peygamberler methedilmiş olur; hepsinin methi, birbiriyle
yoğururlar.
Medihler, birbirine karışır, âdeta testilerdeki sular, bir leğene dökülür.
Çünkü övülen, bir kişiden daha fazla değildir ki. Bundan dolayı dinler,mezhepler, ancak tek bir mezhepten
ibarettir.
2125. Bil ki her övüş, Allah nuruna varır, ulaşır; suretlerle şahısları övüşse âriyettir.
Müstahak olmayanı kim metheder ki? Fakat bilmeyenler, şunu bunu methediyor sanırlar da yol azıtırlar.
Bu, şuna benzer: bir duvara herhangi bir nurdur vurur. Duvar o nurun aksetmesine bir vasıtadır.
Fakat ayın aksi aslına ulaştı mı, yol azıtan kişi ayı kaybeder, övüşü terk eder.
Yahut da ay, bir kuyuya akseder, adam da bu aksi görür, başını kuyuya uzatır, bakar durur.
2130. Methe başlarsa hakikatte ayı metheder, isterse bilgisizlikle ayın aksine yüz tutmuş olsun.
Övüşü aya aittir, ayın aksine ait değil. Fakat birisi, Hakk’ı övmez de mahlûku överse yanlış bir iş yapmış
olur ki bu, küfürdür.
Bu işi yapan kötülükten yolunu kaybetmiştir. Ay, gökyüzündeyken o, aşağıda sanmıştır.
Halk bu put gibi güzellere kapılıp perişan olur; şehvete uyup onlara dokunan pişman olur.
Çünkü bir hayale şehvetlenirler, hakikatten çok uzakta kalırlar.
2135. Hayale meylin yok mu? Senin için bir kanada benzer. O kanatla uçar, hakikatte yükselirsin.
Fakat şehvete uydun mu kanadın dökülür, topal kalırsın, o hayal de senden kaçar gider.
Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yüceltsin.
Halk kendilerini güzel yaşıyoruz, zevk ve işrette bulunuyoruz sanır ama onlar, bir hayal uğruna kendi
kanatlarını kendileri yolarlar.
Bu nükteyi başka bir yerde anlatmak borcum olsun… şimdi bana mühlet ver, halim yok, susayım.
O kavmin Dekukî’ye uyması
2140. Dekukî, namaz kıldırmak üzere onların önüne geçti, o kadar birleştiler, o kadar kaynaştılar ki sanki
onlar atlas bir kumaştı, Dekukî de o kumaşın sırması, süsü!
O padişahlar, saf olup o ünlü imama uydular.
Tekbir getirince kurbanlık koç gibi âlemden çıktılar.
Ey ulu tekbirin mânası şudur: Yarabbi, huzurunda kurbanız.
Koyun keserken “ Allahu ekber-Allah uludur” dersin ya o geberesi nefsi keserken de bu söz söylenir.
*Allahu ekber de de o şom nefsin başını kes… kes de can, mahvolmaktan kurtulsun.
2145. Ten İsmail’e benzer, can Halil’e, can bu semiz bedeni yaptırdı da tekbir getirdi mi,
Ten kesilir, şehvetlerden hırslardan kurtulur, besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir.
Kıyamette olduğu gibi Hak huzurunda saf kurulur, hesaba, Allah ile konuşup görüşmeye girişilir.
Allah huzurunda, gözyaşları dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde
dikilmeye benzer.
Hak, “ Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin?
2150. Ömrünü neyle bitirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğruna mahvettin,
Gözünün nurunu nerelerde tükettin, beş duygunu nerelerde yıprattın?
Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherlerini harcadın… ferş âleminden bunlara karşılık ne satın
aldın?
Sana kazma ve bel gibi el ve ayak verdim. Onları sana bizzat ben bağışlamıştım, ne yaptın onları?” der.
Hak’tan buna benzer seni dertlere uğratan yüz binlerce haberler gelir.
2155. Kıyamdayken kula gelen bu haberlerden kul utanır, iki büklüm olur, rükûa varır.
Utanmadan ayakta durmaya kudreti kalmaz, rükûda Allah’yı tespih eder.
Allah’dan “ Başını kaldır, rükûdan kıyama dön de Allah’nın sorgularına birer birer cevap ver” fermanı gelir.
O utanan kul, rükûdan başını kaldırır. Fakat olgun bir iş yapamamış olduğundan bu sefer yüzüstü düşer.
Yine emir gelir: “ Başını kaldır, secdeden kalk da yaptıklarından haber ver!”
2160. Tekrar utana utana başını kaldırır ama yine yılan gibi yüzüstü düşüverir!
Allah, tekrar “ Başını kaldır da şöyle. Kıldan kıla yaptıklarını araştırmak istiyorum” der.
Artık ayakta durmaya kuvveti kalmadığından, Allah’nın heybetli hitabı, canına tesir etmiş olduğundan,
O ağır yükün altında, yere oturur. Allah “ Söyle bana…
Sana nimet verdim, nasıl şükrettin? Sermaye verdim, hadi, göster kazandığını!” der.
2165. Kul, sağ yanına dönüp peygamberlere, o ululara selâm verir;
“ Padişahlar, bu kötü kişiye şefaat edin… ayağım da balçıkta kaldı, kilimim de” der.
Namazda sağ tarafa selâm vermek, kıyamette Allah’nın hesaba
çekmesinden korkarak peygamberlerden yardım dilemeye, onlardan
şefaat istemeye işarettir
Peygamberler, “ Çareye başvuracak gün geçti.O, orada yapılacak bir şeydi, elde alet oradaydı, orada kaldı!
A bahtsız kişi, git oradan, sen vakitsiz öten bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma!” derler.
Bunun üzerine sol tarafa baş çevirir, hısımından akrabasından yardım ister. Onlar da “ Sus!”
2170. Allah’ya kendin cevap ver. Bizi kim oluyoruz ki? Bizden el çek!” derler.
Ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur!
Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duaya başlar:
Yarabbi, herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, âhir de sen; senden başka önü, sonu olmayan yok,
diye niyaza koyulur.
Namazdaki bu hoş işaretleri gör de bunun eninde sonunda böyle olacağını bil!
2175. Namaz yumurtasından civcivi çıkara gör, yerden tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi yere başvurup
durma!
Dekukî’nin namazdayken garkolmak üzere bulunan bir gemideki
halkın feryadını duyması
Dekukî, o kıyıda namaz kıldırmak üzere imam oldu,
Onlar da arkasında saf olup namaza durdular.
İşte güzelim bir cemaat, işte seçilmiş bir imam!
Namazdayken denizden “ İmdat!” seslerini duydu. Ansızın gözüne bir gemi ilişti.
Gemi, dalgalar arasına düşmüş, belâlara uğramış, perişan bir hale gelmişti.
2180. Hem gece, hem bulutlu bir hava, hem de dalga. Bu üç karanlık bir yandan, batma korkusu bir
yandan…
Fırtına Azrail gibi saldırıyor, dalgalar sağdan soldan hücum edip duruyordu.
Gemidekiler, korkudan canlarından olmuşlar gibi feryatlarını göklere çıkarıyorlardı.
Bağrışıp çağrışıyorlar, başlarını dövüyorlardı. Kâfir ve mülhit… hepsi de imana gelmişti.
Yüzlerce niyazlarda bulunarak candan ahitler ediyorlar, adaklar adıyorlardı.
2185. Karmakarışık işlere dalmış, yüzleri bir an olsun kıbleye dönmemiş olanlar bile baş açık secdeye
kapanmışlardı.
Halbuki evvelce onlar, bu kulluğun faydası yok diyorlardı. Fakat o anda kullukta yüzlerce hayat
görüyorlardı.
Dostlardan, dayıdan, amcadan, babadan, anadan, herkesten ümitlerini kesmişlerdi.
Kötü kişinin can verirken Allah’dan korkması gibi zâhit de Allah’dan korkuyordu, fâsik da!
Ne sollarından bir ümit vardı, ne sağlarından. Hileler öldü, bitti mi dua zamanı gelir!
2190. Onlar da ağlayıp inleyerek duaya koyulmuşlardı, gemiden gökyüzüne kadar bir duman yükselmişti.
Şeytan ise o sırada düşmanlığından her birinin karşısına dikilip “ A köpeğe tapanlar, işte size iki illet!
A münkir, münafıklar, hem korkun, hem geberin. Nihayet bu olacaktı zaten.
Kurtulunca yine gözleriniz kurur, yine şehvet için yaratılmış birer şeytan kesilirsiniz.
Allah’nın sizi kazadan kurtarmak üzere elinizden tuttuğu, sizi tehlikeden kurtardığı gün, hatırınıza bile
gelmez” diye bağırmaktaydı.
2195. Şeytan böyle söylüyordu ama can kulağı ile duyanlardan başkası bu sözü duymuyordu ki!
Mustafa, o kutup, o padişahlar padişahı, o temizlik denizi bize ne doğru buyurmuştur:
“ Cahilin sonunda göreceği şeyi akıllılar önce görür.”
İşlerin sonu ilk zamanlarda gizlidir ama akıllı, âkıbeti önce görür; günaha dalıp ısrar edense meydana
çıkınca!
Her şeyin sonu, önden belli olmaz, gizlidir. Fakat meydana çıkınca akıllı da görür, cahil de!
2200. Mademki ayıbı görmüyorsun, bari ihtiyatı elden bırakma, sele verme behey inatçı!
İhtiyat nedir? Her an ansızın gelebilecek bir belâyı görmek!
İhtiyatlı adamın düşünceleri
Hani ansızın bir aslan çıkagelir de adamı kapıp ormanlığa götürür ya…
O adam, aslan tarafından götürülürken ne düşünürse sen de ey din üstadı, onu düşün!
Kaza ve kader aslanı, bir işle güçle meşgulken bizim canımızı alır, ormanlara götürüverir.
2205. Bu da şuna benzer: Halk, yoksulluktan korkar, ama boğazlarına kadar acı suya batarlar.
O yoksulluğu yaratandan korksalardı onlara yeryüzünde defineler aşikâr olurdu.
Hepside gam korkusuyla gamın içine batmışlar, varlık kaygısıyla yokluğa düşmüşlerdir!
Dekukî’nin şefaat etmesi ve geminin kurtulmasına duası
Dekukî o kıyameti görünce merhameti coştu, gözyaşları akmaya başladı.
Yarabbi, dedi, onların yaptıklarına bakma, ey lûtuf sahibi padişah, ellerini tut, imdatlarına yetiş.
2210. Ey eli denize de yetişen, karaya da. Onları sağlıkla, selâmetle kıyıya çıkar.
Ey ebedî kerem merhamet sahibi, o kötü kişilerden bu kötülüğü defet!
Bedava olarak insanlara yüzlerce göz, yüzlerce kulak veren, rüşvetsiz akıl, fikir ihsan eden Allah.
Sen, biz hak etmeden lûtuflarda, ihsanlarda bulunursun. Nimetlerine karşı yaptığımız kâfirliklerle
hatalarımızı hep görürsün.
Ey ulu Allah, bizim şanımız ulu ulu günahlarda bulunmaktır. Fakat sen, bunları lûtfunla affetmeye kaadirsin.
2215. Biz, hırstan, şehvetten kendi kendimizi yaktık. Bu duayı da senden öğrendik Yarabbi.
Bize duada bulunmak için müsaade etmen, dua öğretmen, böyle bir karanlığı aydınlatman hürmetine sen
bunlara acı.
İhtiyarsız bir surette şefkatli analar gibi dua edip duruyor.
Gözlerinden yaşlar akıyordu. Kendisinde olmaksızın ettiği dua, gökyüzüne yüceltmekteydi.
O ihtiyarsız dua, yok mu… bambaşka bir şeydir. O da, adamın kendisinden değildir, Allah’dandır. Allah
ilhamıdır.
2220. O esnada insan, yok olur, o duada bulunan Allah’dır; dua da Allah’dandır, icabette.
Arada vasıta olarak mahlûk yoktur. O niyazdan cismin de haberi yoktur, canın da.
Lûtuf ve merhamet sahibi olan Allah kulları, işleri düzeltmekte Allah huyuna sahiptirler.
Onlar, şiddet zamanı, sıkıntı vakti, rüşvet almaksızın mahlûkata acırlar yardımda bulunurlar.
Ey belâlara uğramış adam, kendine gel de bunları ara… kendine gel de belâ vaktinde onların duasını
ganimet bil!
2225. O Allah erinin duasıyla gemi kurtuldu. Gemidekilerse kendi gayretleriyle,
Kendi ihtiyatlarıyla hünerler gösterip oku hedefe attılar, gemiyi kurtardılar zannındaydılar.
Av esnasında tilkiyi ayakları kurtarır da mağrur tilki, kendisini kuyruğu kurtardı sanır.
Canımızı pusudan bu kurtardı diye kuyruğu ile oynar, kuyruğunu sever!
A tilki, ayağını taştan koru… a aç gözlü sersem, ayak olmasa kuyruk ne yapabilir ki?
2230. Biz de tilkilere benzeriz, bizi yüzlerce çeşit belâlardan kurtaran ayaklarımız, ulularımızdır.
Derin hilelerimiz, kuyruğumuza benzer de biz onunla sağdan, soldan oynar, onunla oynaşır dururuz!
İstidlâle yapışır, hileye koyulur, falan adam, feşman adam bize şaşsın kalsın diye kuyruğumuzu sallarız!
Halkın hayran olmasını isteriz, hattâ tamah elimizi Allahlığa bile uzatırız.
Afsunlarla gönüller alalım deriz ama çukura düştüğümüzü görmeyiz.
2235. Behey kaltaban, çukura düşmüşsün, kuyudasın sen. Başkalarını bırak, kendine bak!
Güzel hoş bir bahçeye var da ondan sonra halkın eteğini tut, çek!
Ey dört unsurlu beş duyguya, altı cihete hapis olup kalmış adam, ne güzel yerin var, hadi, başkalarını da
çek oraya!
Ey eşeğe kul olan, ey eşeğin kuyruğunun altına lâyık olan, öpülecek bir yer buldunsa hadi bizi de götür!
Sevgilinin kulluğu, sana el vermedikçe bu padişahlık meyli nereden geldi sana?
2240. Sen, halkın sana aferin, yaşa demesi halkın takdir etmesi havasındasın! Halbuki canının boynuna bir
kiriştir bağlamışsın!
Behey tilki, bu hile kuyruğunu bırak, gönlünü, gönül sahiplerine vakfet.
Aslana sığınırsan kebabın azalmaz… murdar ölü etine pek koşma!
Gönül, sen bir cüz’e benzersin, küllüne varır, ulaşırsan Allah’ya makbul olursun.
Allah, “ Biz gönüle bakarız, su ve topraktan ibaret olan surete değil” diyor.
2245. Sen dersin ki bizim gönlümüz var. Öyle ama gönül arşın yücesindedir, aşağılıklarda değil!
Kara toprakta da su olur ama o suyla aptes alamazsın ki!
O da sudur, sudur ama toprakla karışık… gayri sakın gönlüne gönül deme.
Göklerden yüce olan gönül, ya Abdal’ın gönlüdür, ya da Peygamberin.
Su, topraktan arındı mı saf olur, artar, her işe yarar.
2250. Su topraktan arınınca denize kavuşur; zindandan kurtulur, denize katık olur.
Bizim suyumuza, dikkat et de bak, toprakta hapsedilmiş. Ey rahmet denizi, sen de çek bizi!
Fakat deniz, “ Ben, seni çekip duruyorum ama sen, ben iyi tatlı bir suyum demektesin.
Senin lâfın, seni mahrum ediyor. O zannı bırak da bana gel” demektedir.
Topraktaki su denize gitmek isterse de ayağını toprak tutmuştur, onu kendisine çekmektedir.
2255. Ayağını toprağın elinden kurtarırsa toprak, kupkuru bir hale gelir, o da hür kalır, başına buyruk olur!
O toprağın suyu çekip mahvetmesi nedir? Senin halis şarapla mezeye düşkünlüğün!
Böylece cihandaki her şehvet, ister mal olsun, ister mevki, ister ekmek…
Bunların her biri seni sarhoş eder. Bunları bulmazsan başın ağrımaya başlar, sersemleşirsin.
Bu gam sersemliği, bulamadığın şeyin seni sarhoş ettiğine delâlet eder.
2260. Bunların ihtiyaçtan fazlasına meyletme de, sana galebe etmesin, sana bey olmasın!
Sen, ben de gönül sahibiyim, başkasına ihtiyacım yok, Allah’ya ulaştım diye baş çekersin ama,
Bu halin, toprakla bulanık olan suyun, ben de suyum, neden başkasından yardım isteyecekmişim ki diye
serkeşlik etmesine benzer.
Bu bulaşık şeyi gönül sandın da gönlünü gönül sahiplerinden çektin.
Süt, bal sevdasına düşen bu gönlün, gönül olmasını reva görür müsün, sen böyle.
2265. Sütün, balın güzelliği, gönlün onlara aksiyle hâsıl olur. Her güzele güzellik gönülden gelir.
Şu halde gönül cevherdir, âlem araz. Gönlün gölgesi, nasıl olur da gönüle maksat olur?
Mala, mevkiye âşık olan gönül, ya bu toprağa zebundur, ya kara suya!
Yahut da karanlıklarda hayallere kapılmıştır, dedikodu için o hayallere tapıp durmaktadır!
O nur denizinden başkası gönül olamaz. Gönül, hem Allah’nın nazargâhı olsun, hem kör… İmkân var mı
buna?
2270. Yüz binlerce halkta, yüz binlerce ileri gelenlerde bulunan gönül değildir. Gönül, bir tek kişide olur.
kişide O tek kişi hangisidir, hangisi?
Sen, o kırık dökük, parça buçuk gönül kırpıntılarını bırak, asıl gönül ara da o kırık dökük gönül de onun
sayesinde dağ kesilsin.
Gönül, bu vücut ülkesini kaplamıştır, cömertliğinden altınlar saçıp durmaktadır.
Âlemdekilere Allah selâmından selâmlar saçmaktadır.
Kimin eteği sağlamsa, kimin eteği hazırsa o gönül saçısına nail olur.
2275. Senin eteğin de o niyazdır, o huzurdur. Kendine gel de kötülük taşlarını eteğine koyma.
Koyma da o taşlar eteğini yırtmasın. Eteğin yırtılmasın sana asıl parayı uydurma paradan fark edesin.
Sen, eteğini cihandaki taşlarla, çocuklar gibi altın ve gümüş farz edilen taşlarla doldurdun.
Fakat hayali altın ve gümüş, hakiki altın ve gümüşe benzemez. Onlar, senin doğruluk eteğini yırttı, derdini
artırdı.
Akıl, el atıp da eteklerini tutmadıkça çocuklar, taşın taş olduğunu nasıl görürler?
2280. İnsan akılla bir olur; saçı sakalı ağarmakla değil. O talihe, o devlete ümit kılı sığmaz, o devlet ümit ile,
rica ile bulunmaz!
O cemaatin, Dekukî’nin dua ve şefaatini hoş görmeyip uçması, gayp
perdesi altında gizlenmesi Dekukî’ini, havaya mı çıktılar, yere mi geçtiler
diye şaşırıp kalması
O gemi kurtuldu, murat hâsıl oldu, o cemaatin namazı da tamamlandı.
Onlar, birbirleriyle fısıldaşmaya başladılar. “ Baba, bu aramızdaki herzevekil kim acaba” diyorlardı.
Her biri, öbürüne gizlice söz söylüyordu. Dekukî’nin arkasında olduklarından görünmüyorlardı.
Her biri, ben şimdiye kadar böyle bir duayı ne içimden geçirdim, ne dilime getirdim demekteydi.
2285. Birisi, “ Her halde bu işe karışan biz değiliz. Galiba imamımız derde düştü, üzerine lazım olmayan bir işe
karıştı, münacatta bulundu” diyor;
Öbürü” Canım dostum, bana da öyle geliyor.
O bir boşboğazmış, canı sıkılınca Allah’nın dileğine itiraz etti galiba” diyordu.
Dekukî, şöyle anlatır: Sonra bakayım, o kerem sahipleri ne diyorlar? dedim.
Bir de baktım ki hiçbiri yerinde yok, hepsi de gitmiş.
2290. Ne solda adam var, ne sağda, ne yukarda kimse kalmış, ne aşağıda. Keskin gözüm, onların hiçbirini
göremedi!
Sanki inciymişler de erimişler, su olmuşlar. Ne ayak izleri kalmış, ne sahrada tozları var!
Hepsi de Allah kubbelerine gizlenmişler. O cemaat, acaba hangi bahçeye gitti ki?
Allah, bunları nasıl oldu da benim gözümden gizledi? Şaşırdım kaldım.
Onlar, balıklar nasıl dereye dalar, kaybolursa Dekukî’nin gözünden öyle kayboldular. Öyle gizlendiler.
2295. Yıllarca onların hasretiyle yandı, ömürlerce iştiyaklarından gözyaşı döktü.
Ama sen dersin ki Allah eri Allah’ya erişmişken nasıl olur da insanı anar?
A adam, bu suale karşı ancak eşek kakılır kalır. Sen, onların can olduklarını görmedin, onları insan suretinde
gördün.
Ey hamhalat, işte iş bu yüzden harap oldu ya… onları, alelâde adamlara uydun da insan gördün!
İblis de “ Ben ateşten yaratıldım, Âdem topraktan” dedi. İşte sen de onları, İblis’in Âdem’i gördüğü gibi
gördün.
2300.O iblis gözünü bir an olsun yum; ne vakte kadar suret görüp duracaksın, ne vakte kadar, ne vakte
kadar?
Ey Dekukî, ırmak gibi yaşlar döken gözlerinle onları ara, gafil olma, ümidini kesme!
Gafil olma, ara…ara ki devlet, aramaktadır. Gönüle gelen her ferah, bir sıkıntıya bağlıdır.
Âlemin bütün işlerini bırak da canla başla üveyk kuşu gibi “ kû, kû – nerede, nerede” de!
Ey perde altında kalan iyi dikkat et, Allah “ Dua edin, beni çağırın… size icabet edeyim” dedi, icabetin şartı
bile duadır.
2305. Kimin gönlü illetlerden arınmışsa onun duası ululuk sahibi Allah’ya kadar varır, makbul olur.
Davud aleyhisselâm zamanında çalışmadan, eziyet çekmeden helâl
rızık elde etmek isteyen kişi ve duasının kabul olması
Hatırıma yine o hikâye geldi. O yoksul adam, gece gündüz feryat etmekte,
Allah’dan eziyetsiz, zahmetsiz, çalışmadan kazanmadan helâl rızık istemekteydi.
Bundan önce onun bazı hallerini söylemiştik. Fakat araya başka şeyler girdi, bu hikâye de öylece kaldı gitti.
Şimdi onun hali neye vardı; Allah’nın lûtuf ve ihsan bulutundan hikmet yağmuru yağınca o yoksul ne oldu?
2310. Öküzün sahibi onu görüp “ Ey karanlıkta benim öküzümü aşıran, borçlusun bana sen.
Neden benim öküzümü kestin be ahmak hilebaz, nerede insafın?” dedi.
Adam, “ Ben Allah’dan rızık istiyor, kıbleyi niyazımla bezeyip duruyorum.
Zamanlarca edip durduğum dua kabul edildi. O, benim rızkımdı, tutup kestim, işte sana cevap” dediyse de
Öküz sahibi yakasına sarıldı, sabredemedi, yüzüne de birkaç sille vurdu.
Her iki düşmanın da Davud Peygamber aleyhisselâm’ın yanına gitmesi
2315. Çeke çeke Davud Peygamber’in yanına kadar götürdü. “ Gel bakalım zalim ahmak.
Saçma sapan lâfları bırak azgın herif. Aklını başına al, kendine gel!
Bu ne çeşit dua? Âlemi bana da güldürme, kendini de maskara etme!” diyordu.
Adam “ Ben Allah’ya dua ettim, feryad ü figan ederek nice kanlar yuttum.
İyice biliyorum ki duam kabul edildi. Sen gayri ey kötü sözlü, var, başını taşlara vur ” dediyse de
2320. Adam “ Müslümanlar, buraya gelin de bu herifin yavelerini duyun!
Müslümanlar, Allah için olsun söyleyin… dua nasıl olur da benim malımı ona mal eder?
Eğer dua ile mal ele geçseydi bütün âlem dua eder,mal, mülk sahibi olurdu.
Dua ile ele bir şey geçseydi kör dilenciler de yücelirler, bey kesilirlerdi.
Onlar da gece gündüz dua ediyorlar, Yarabbi bize para ver, mal, mülk ver diyorlar.
2325. Sen vermezsen kimsecikler bir şey vermez. Ey kapalı kapıları açan Allah, bize ihsan kapısını da sen aç
derler.
Fakat körlerin çalışıp çabalaması yalnız dua ve feryat…
bir dilim ekmekten başka ellerine bir şey geçmez” dedi.
Halk, “ Bu Müslüman doğru söylüyor. Bu dua satan, zâlim bir adam.
Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir? Bu, şeraitte görülmüş bir şey mi?
Ya paranla alarak bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar, yahut vasiyet eder, yahut da
gönlünden kopar, sana verir. Bu çeşit bir şey olmadıkça bir şeye sahip olamazsın ki.
2330. Bu yeni şeriat hangi kitapta. Sen ya o öküzü ver, ya hapse git” demekteydi.
Adam, yüzünü göğe tutarak dedi ki: “ Yarabbi, benim halimi senden başka kimsecikler bilmez.
Gönlüme o duayı sen ilham ettin, gönlümde yüzlerce ümit belirttin.
Lâf olsun diye dua etmedim ya… Yusuf gibi rüyalar görmüştüm.”
Yusuf, güneşle yıldızların, huzurunda kullar gibi secde ettiklerini gördü.
2335. O rüyaya adamakıllı inandı, kuyuda da ondan başka bir şey ummuyordu, zindanda da.
Ona dayanmakta, onu beklemekteydi. Ondan başka ne kulluktan derdi vardı, ne az çok kınanmaktan!
Rüyası, mum gibi gözünün önünde yanmakta, onu aydınlatıp durmaktaydı; rüyasına güveniyordu.
Yusuf’u kuyuya attıkları zaman Allah’dan kulağına şu ses gelmişti:
Ey yiğit, sen bir gün padişah olacaksın. O vakit seni kıyanların sözlerini, yüzlerine vurursun.
2340. Bunu seslenen görünmüyordu ama gönül, söyleyenin eserini tanıyordu.
O sesten cana bir kuvvet, bir rahat, bir huzur geliyordu.
İbrahim’e ateş nasıl bir gül bahçesi olmuşsa o ses yüzünden kuyu da Yusuf’a gül bahçesi kesilmişti.
Gayri ne cefa geldiyse o kuvvetle tahammül etti. neşeyle çekti.
Nitekim Elest sesinin zevki de her müminin gönlünde tâ mahşere kadar sürer gider.
2345. Bu yüzden müminler, ne belâya itiraz ederler, ne Hakk’ın emir ve nehyinden sıkılırlar.
Başkalarının ağzına acılık veren bir lokmaya benzeyen Allah hükmü, onlara gülbeşeker gelir, tatlı tatlı
yerler, hazmederler.
Allah hükmünü kabul etmeyip inkâr eden, o lokmayı yese bile kusan kişiyle yaramaz.
Elest gününde bir rüya gören, Allah’ya ibadet yolunda sarhoş olur.
Sarhoş deve gibi bu ibadet çuvalını hiç usanmadan, sıkılmadan çeker durur.
2350. Ağzının etrafındaki tasdik köpüğü, onun sarhoşluğuna, coşkunluğuna şahittir.
Deve, kuvvetlenip erkek aslan kesildi mi ağır yükler çeker de yine o yüklerin altında az yer, az içer.
Dişi deve arzusuyla yüzlerce zahmet ve açlık çeker. Hatta dağ bile ona bir kıl gelir!
Elest âleminde böyle bir rüya görmeyen bu dünyada ne kul olur, ne mürit!
Olsa bile gönlünde yüzlerce tereddüt vardır.Bir an şükrederse bir yıl şikâyet eder.
2355. Din yolunda yüzlerce tereddütle ve inanmayarak öne doğru bir adım atarsa öbür adımı arda doğru
gider.
Bunu da ileride anlatırım, borcum olsun…eğer öğrenmekte acele ediyorsan “ Elemneşrah” sûresini oku!
Bu mânayı etraflıca anlatmaya kalkışsam ne haddi vardır, ne kenarı. Yürü öküzünü dâva edene doğru eşek
sür!
Adam dedi ki: “ Yarabbi, bu suç yüzünden şu azgın adam, bana kör dedi. Bu ne iblisçe bir kıyas Yarabbi?
Ben ne vakit körcesine dua ettim. Allah’dan başka kime ihtiyacımı söyledim?
2460. Kör, bilgisizlikle halktan bir şeyler umar. Ben senden umuyorum… her güç şey sana kolaydır.
Asıl kör kendisi ki beni kör saydı, canla başla niyaz ettiğimi görmedi bile!
Benim bu körlüğüm, aşk körlüğüdür. Güzelim, sevdiği şey, insanı kör ve sağır yapar derler ya… bu körlük, o
körlüktür.
Allah’dan başkasını görmüyorum, fakat onu görüyorum. Aşkımın muktezası da bu değil midir? Söyle.
Yarabbi, sen görmektesin, beni sen de kör sanma. Senin lûtfunun etrafında dönüp dolaşmaktayım, ey
lûtfunun etrafında dönüp dolaştığım, ey kendisinden ayrılmadığım Allah!
2365. Yusuf-ı Sıddıyk’a rüya gösterdin da ona güvendi.
Onun gibi lûtfun bana da bir rüya gösterdi. O sonsuz dualarım oyuncak değildi ya!
Fakat halk, benim sırlarımı bilmiyor da sözlerimi saçma sanıyor.
Hakları da var. Gayb sırrını, sırları adamakıllı bilen ve ayıpları tamamıyla örten Allah’dan başka kim bilebilir
ki?”
Düşmanı dedi ki. “ Amca, neye yüzünü göğe çeviriyorsun? Bana çevir de doğru söyle!
2370. Delirdin mi ki böyle hatalara düşüyor, aşktan, Allah’ya yakınlıktan dem vuruyorsun?
Sen, gönlü ölmüş bilirsin... Hangi yüzle yüzünü göklere tutuyorsun?”
Bu hâdise yüzünden şehre bir velveledir düştü. O müslümansa,
“ Yarabbi, bu kulunu rezil etme. Kötülük yaptıysam bile sırrımı halka açma.
Biliyorum, uzun gecelerde yüzlerce tazarrula sana niyaz edip durdum.
2375. Halka karşı bunun hiçbir kadri, hiçbir kıymeti yok, onlar bilmez bunu; fakat senin yanında aydın bir
mum gibi… sana aşikâr ” diye niyaz etmekte, yüzünü yerlere vurmaktaydı.
Davud aleyhisselâm’ın iki hasmın da sözlerini dinlemesi ve dâva
edileni sorguya çekmesi
Davut Peygamber, evinden dışarı çıkınca “ Bu ne, ne var, ne oldu” dedi.
Dâvacı dedi ki: “ Ey Allah’nın peygamberi, imdat et. Öküzüm, bu adamın evine girmiş,
O da onu kesmiş. Neden benim öküzümü kesmiş sor da söylesin.”
Davut, “ Ey kerem sahibi, neden sana haram olan o öküzü kestin?
2380. Yalnız saçma sapan söyleme, delil göster de bu dâva görülsün, bitsin” dedi.
Adam dedi ki: “ Ey Davut, yedi yıldır gece gündüz dua etmekte, Allah’dan,
Yarabbi, helâl ve zahmetsiz bir rızık istiyorum, diye niyazda bulunmaktayım.
Erkek kadın… herkes feryadımı bilir, hattâ çocuklar bile bunu söyler, anlatırlar.
Kime istersen sor, derhal söyleyiversin.
2385. Halktan hem gizli sor, hem de aşikâre… bak, bu eski hırkalı yoksul neler söylüyor, nasıl dua ediyordu,
anla,
Bu dualardan, bu feryatlardan sonra bir de baktım ki evime bir öküz girivermiş.
Gözüm karardı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi diye sevindim hani.
O ayıpları bilen Allah duamı kabul etti, buna şükrane olsun diye öküzü kestim”
Davud Aleyhisselâm’ın, öküzü kesenin haksız olduğuna hükmetmesi
Davut, “ Bu sözlerden el yıka, dâvana şer’i delil getir.
2390. Reva görür müsün delilsiz bir hüküm vereyim de bu şehirde bâtıl bir sünnet koyayım, kötü bir âdet
bırakayım,
Bunu sana kim bağışladı? Satın mı aldın, mirasa mı kondun? Ekine nasıl sahip olabilirsin, sen mi ektin?
Ektinse senindir.
Kazanmakta ekin ekmeye benzer. Ekmedikçe ona sahip olmaya hakkın yoktur.
Ektinse ektiğini biçersin, o senindir. Yoksa zulmettiğin, haksız olduğun kat’iyetle anlaşılır.
Yürü, eğri büğrü söylenme, bu müslümanın malını ver. Paran yoksa borç al, ver; beyhude konuşma!” dedi.
2395. Adam, “ Padişahım, sitemkârlar ne söylüyorlarsa sen de tıpkı onu söylüyorsun bana” deyip
Adamın, Davut Aleyhisselâm’ın hükmünden feryada gelmesi
Secde ederek dedi ki. “ Ey benim yanıp yakıldığımı gören Allahm, Davud’un gönlüne de o nuru ver.
Gönlüme saldığın ziyayı onun gönlüne da sal ey ihsan sahibi Rabbim.”
Bu sözleri söyledikten sonra hayhayla ağlamaya başladı. Öyle bir ağlayış ağladı ki Davud’un gönlü yerinden
oynadı.
“ Ey öküzü dâva eden, bugün bana mühlet ver, bu dâvanın görülmesinde ısrar etme.
2400. Halvete gidip namaz kılayım da bu ahvali, bir de sırları bilen Allah’dan sorayım.
Namazda Rabbime bağlanırım, “ namaz gözümün nurudur” sırrı zuhûr eder, bu benim huyumdur.
Can pencerem zevk ve şevkle açıktır. Allah’nın lûtfu oraya vasıtasız gelir.
Allah’nın lûtfu, rahmeti, nuru madenimden, hakikatimden gelir, penceremden evime girer.
Penceresi olmayan ev cehennemdir. Ey kul, dinin aslı pencere açmıştır.
2405. Her ormanı öyle pek baltalama. Pencere açmak için balta vur.
Yoksa bilmez misin ki bu güneşin nuru hicaplardan hariç olan hakikat güneşinin aksinden ibaret.
Bilirsin ki bu zâhiri görüşün nurunu hayvan da görür. Şu halde benim Âdem’e “ Kerremna” demem nedir?
Ben, nurlara dalmış, gark olmuş bir güneşim. Kendimi nurdan ayırt edemiyorum.
O halvete gitmem, namaz kılmam, halka öğretmek için.
2410. Bu âlem doğrulsun diye ayağımı eğri atmaktayım. Ey yiğit, savaş hileden ibarettir.”
İzin yoktu, yoksa Davut, bu sırları döküp saçar, sır denizinden toz koparırdı!...
Davut, bu çeşit söyleyip durmakta, halkın aklını, fikrini yakmaya kalkışmaktayken,
Arkasından birisi, “ Birliğinde hiç şüphem yok” diye Davud’un eteğini çekti.
Davut, kendine geldi, sözünü kısa kesti, dudağını yumdu, halvet edeceği yere hareket etti.
Davud’un, hakkın meydana çıkması için halvete girmesi
2415. Davut, kapısını kapayıp acele halvet edeceği yere gitti, mihrabına, duanın kabul edildiği yere yöneldi.
Allah, ona bu işin hakikatini bildirdi, ne gösterdiyse tamamıyla gösterdi. O da işi anladı, öç alınacak kimdir,
kısasa layık adam hangisidir, bildi.
Ertesi günü iki dâvacı ile halk gelip Davud’un huzuruna dikildiler.
Dâvacı yine aynı davayı tekrarladı, birçok ağır sözler söyledi.
Davud’un, öküz sahibi aleyhine hüküm vermesi ve “ Sen bu öküzden
vazgeç “ demesi, bunun üzerine öküz sahibinin Davud Aleyhisselâm’ı
kınaması
Davud “ Sus, bu dâvayı bırak, öküzü bu müslümana helâl et de yürü git.
2420. Yiğit, madem ki Allah, senin sırrını açmadı, onun bu sır örtücülüğüne şükret de sükût et” dedi.
Öküz sahibi “ Bu nasıl hüküm, bu ne biçim adalet? Benim için yeni bir şeriat mı kuracaksın.
Adalet âleme yayıldı; yer, gök, adaletinle güzel kokulara bürünmüş…
Kör köpekleer bile bu sistem yapılmadı. Bu tecavüzden, bu cefadan hararetlendi de taş da yarıldı, dağ da!”
Diyor, bu çeşit ağır sözler söylüyor, “ Ey ahali , gelin de görün zulmü!” diye bağırıyordu.
Davud’un öküz sahibine “ Bütün malını, mülkünü ona ver “ demesi
2425. Davud, ondan sonra dedi ki. “ A inatçı, bütün malın,ı mülkünü hemencecik ona bağışla.
Yoksa bak, sana söylüyorum, işin fena olur, yaptığın zulüm ve cefa meydana çıkar.”
Adam, bu söz üzerine başına topraklar serpip elbisesini yırtarak “ Her an zulmünü artırıp durmaktasın” dedi.
Yine bir müddet Davud’u kınamaya koyuldu, Davud, tekrar onu huzuruna çağırıp,
Dedi ki: “ Ey bahtı körleşmiş herif, madem ki talihin yok, gayri yavaş, yavaş karanlıklar basmaya başladı.
2430. Senin gibi bir eşeğe çerçöple saman bile yazık… öyle olduğu halde sen yine baş köşeyi gözetip
duruyorsun ha!
Yürü çocukların da onun kulu, kölesidir, karın da! Artık fazla söylenme!”
Dâvacı iki eline taş almış, göğsünü dövmekte, bilgisizliğinden, bir aşağı, bir yukarı gidip gelmekteydi.
Halk da Davud’u kınamaya başladı. Dâvacının gönlünde ne var, bilmiyorlardı ki,
Bir insan, saman çöpü gibi havaya kapılmış, maskara olmuşsa zalimi mazlûmdan nasıl fark edebilir?
2435. Zalimi mazlûmdan ayırt eden, zulümkâr nefsinin boynunu vurmuş kişidir.
Yoksa içten içe nefse zebun olan kişi, deliliğinden mazlûmlara düşman kesilir.
Köpek, daima yoksula, âcize saldırır, fırsat bulursa ısırır da.
Komşularından av kapmak aslanlara göre ayıptır, köpeklere değil,
Zalime tapan, mazlûmu öldüren kişilerin hepsi de pusudan çıkarak köpekçesine saldırdıl

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder